29 Aralık 2009 Salı

seviye

sevmenin en ideal tanımı, herhalde, onu mutlu etmeye uğraşmak ve gelişimi için elinden geleni yapmak. gerektiği zaman ilerlemesi için kenara çekilip yol vermek. kendini köşede rahat hissetmek olgunluğu... her zaman olmuyor, ama ulaşmak istediğimiz o.

28 Aralık 2009 Pazartesi

sabah

gök gerçekten gürlediğinde elimdeki bardağı bırakıp balkona çıktım. büyük kısmı hala kuru olan çamaşırları topladım. son çorap çiftini de bir araya getirdiğimde bir kıyamet daha koptu.

az önce banyoda aynanın önündekileri düzenliyordum. çıktığımda hava iyice kararmıştı. ışığı yaktım. bir ocakta hoşaf mı komposto mu, adını bir türlü öğrenemediğim içecek (diyelim) kaynıyordu. altını kıstım. yan ocaktaki tavada pişirilmeye hazır peynirli gözleme bekliyordu.

sevdiğim içeride uyuyordu. onu uyandırmaya kıyamayacağım bir saatte uyanmıştım. ne zamandır da uykusuzluk çekiyordu. yorganı omuzlarına çekip sessizce odadan çıkmıştım. çayı koyup yüzümü yıkamış, salonda birkaç sigara sarmıştım. gözleme, kuru meyveler, banyo...
çıktığımda gök gürlüyordu. masanın üstündeki küçük, tembel radyo, yağmur rehavetiyle, şarkı dinletmeye iyice üşeniyor; ben altıncı çayımı içiyordum.

24 Aralık 2009 Perşembe

gecenin içinden

en sevdiğim şeylerden biri buraya yazmak. bütün gün yaşamanın gereklerini yerine getirdikten - bazen telaşla ve canla başla, bazen vicdan azabının kardeşi tembellikle- sonra, gece saat 11'i geçince, gündeliğe kapılarımı kilitlediğim, benim zamanım başlıyor.

köşedeki çeyrek aydınlatan lamba sahneye çıkıyor önce. sonra müzik... odayı ruhumu temizlemek isteyen notalar dolduruyor. masada bir bira yahut bir duble rakı ya da kırmızı şarap... tütün.

çok uzun zaman günlük yazmıştım. sanırım, kendimi tanımak için yapmıştım bunu. altı ay önce yazmayı bıraktım. sevgiliden ayrılır gibi son kez konuştum onunla, nedenleri anlattım, her şey için teşekkür ettim, vedalaştım. şikayetle, sızlanmayla, iç dökmeyle bir yere varamayacağımı anladığım için. kendimi mağdur hissetmeyi bırakmak, ortada bir suçlu varsa onun en çok ben olabileceğimi kabullenmek için. işe yaradı. bir yere yaslandığında kendini bırakma tehlikesi de beraberinde geliyor çünkü.

çerini çöpünü ayıklayıp, tortuları attıktan sonra saf haliyle yazmak kaldı geriye. yalnızca anlatmak için...  göstermek, övünmek, gizlenmek için değil.  zaman zaman dümen oraya kırılır gibi olsa da 'ben'in hizmetinde olmayan anlatmak için. en güzel yerde, en sevdiğin, güvendiğin kişiye, en dingin halinle konuşur gibi yazmak...

21 Aralık 2009 Pazartesi

sandık

03.jpg

yeniden fotoğraf çekebilmek için bir aydır kursa gidiyorum. "hep birlikte bir yılbaşı sergisi açalım," dediler, heyecanlandım. ama fotoğraf makinesini evden çıkarken çantaya koyuyorum, dönüşte aynı şekilde, el değmemiş olarak, çıkarıyorum. tembellik ediyor da değilim, mükemmel kareleri durmaksızın arıyor gözlerim ama nafile.

05.jpg


fotoğrafların teslim tarihi yarın. son ana bırakmayayım diye iki gün önce aldım makineyi çıktım. eskiden çektiğimiz fotoğraflar gündem dışı. kursa başladıktan sonra çektiklerimizden oluşacak sergi.
neyse, çıktım. bazen akşamüstü büyükpark'a gider otururum. hep de hayıflanırım, "neden makineyi yanıma almadım," diye. oraya gittim. meydanda indim, yürüye yürüye... yağmur başladı. güzel kareler için mükemmel hava... şemsiye yok, kapşonu taktım, oturdum banka, bekliyorum. sağa bakıyorum, sola bakıyorum, ı ıh. o havada benden başka bankta oturan yok. herkes telaşla koşturarak geçiyor önümden. " 'yağmur korkusu' adlı fotoğrafı çek," diyorum; olmadı parkın yalnızlığını anlatan bir boş bank fotoğrafı... yemiyor.

02.jpg

kalkıp biraz dolanıyorum etrafta. büyükpark'ın pek keyfi yok bugün.
metroya doğru yürümeye başlıyorum. o yol üzerinde sağda bir ev var, bahçeli, eski, kapısında asma kilit olan... fotoğrafa yanaşamamamın nedeni o ev. orada geçen bir öykü,  bir fotoğraf serisi... ona bakıyorum geçerken, fotoğraf değil ama "of," çekiyorum.

04.jpg

metroyla konak'a, kemeraltına. kızlarağası hanı'ndan tabaka alacağım. aldım, ortada kahve içtim, dolaşırken bir dükkan... önce plakları gördüm. onlara bakayım, derken bir sepet içine doldurulmuş, oraya sığmamış, yer darlığından isyana kalkmış fotoğraflar...

06.jpg

şöyle bir ucundan bakmaya niyetlenmişken neredeyse bir saat geçip gitmiş. plakları zaten unuttum. kiminin arkası yazılı. kiminin çekildiği yer, kiminin tarihi belli. bazılarında hiçbir şey yok. çoğu siyah beyaz. '75, '68, '57, '35 yılları... (ama '68 demişken de the doors çalmaz ki)

01.jpg

aynı kişilerin olduğu fotoğraflar vardı. üçüncü fotoğraf mesela. kahramanlar soldaki kadın ve erkek. erkek, denizci. kadının onu uğurlarken çektirdiği bir fotoğraf var. uzun süre ayrı kalıyorlar, kadın tek başına fotoğraf çektiriyor ve arkasına yazıyor: "ben gelemiyorum ama sana kendimi gönderiyorum. hasretle.." birlikte tatile çıkıyorlar. bir köprünün yanında, kadın başını erkeğin göğsüne eğmiş. erkek ona sarılmış. belli ki mutlular. tarih, elliler...

bir sürü neşeli aile fotoğrafı.

beşinciyi muzip bir çocuk çekmiş herhalde. dışarıdan gelmişler, şıklar çünkü. "az oturalım, birazdan yatarız," derken, yanyana uykuya dalıvermişler. komik rüyalara...

altıncı fotoğraftaki kadını tanımak isterdim. en çok etkileyen onun ifadesi oldu.

ikinci fotoğrafın tarihi 1900'lerin başı. yüz yıl önce. saçlar, gözler, dudaktaki ruj... bir dönemin kadınlarını yalnızca saç şekli ve makyaj biçimi belirliyor-tanımlıyor olamaz değil mi? sanki yüzlerimiz de dönemimize göre biçimlenmiş.

dipnot : sergilenecek fotoğraflara karar verdim. sonra göstereyim.

eşlik eden : dire straits.

17 Aralık 2009 Perşembe

tepe

bizimkiler köyde öğretmenlik yaptığından ilkokula orada başladım. gönen'in gündoğan köyü.
anayoldan toprak yola sapınca, alışkın değilseniz, burnunuzun direği kırılırdı. çünkü bütün köylü, hayvanlarının ettiklerini yolun kenarına yığardı. 'bokluk' denirdi buraya. çocuk boyumla bana dağ gibi gelen o tepeye kimi zaman traktörler yanaşır, tezekler kürek kürek römorkörlere atılır, taşınır; sonra samanla karıştırılıp evlerin dış duvarlarına sıva, kurutulup sobalara yakıt, toprağa gübre olurdu.

şimdi nereden geldi bu aklıma...  dışarıdan geldim, yazayım diye oturdum masanın başına. ne yaz? bugünlerde olanı biteni... olan biten de şu: günler birbiri içine geçmiş, yapılacaklar çok çok, hepsini de zevkle yapmaya hazırım, fakat zaman yok. hem yapmaya vakit kalmıyor, hem sanki akıp gideni sıkıştırmaya çabaladığımız saat, takvim silinmiş. gün yok, gece yok. sınırlar belirsiz. sanki, mesela yedi günü, yedi parça çamur gibi yoğurmuşsunuz, homojen bir tek parça var artık elinizde.
öyle bir masal ya da efsane var mıydı? hatırlar gibiyim... kürekle alıyorsun, atıyorsun öteye, ama aldığın taraf hiç eksilmiyor.
hıh işte şu bokluk hikayesi... o tepe büyüdükçe büyüyor bugünlerde. oysa bir sürü evlere sıva, sobalara yakıt, toprağa gübre...

15 Aralık 2009 Salı

dylan için

kaçmak için, düşünmemek için uğraşıyoruz.
kendini işe vur, aşka vur, günlük uğraşlar, didinmeler, ...
belki beş, on, yirmi yıl sonra toprak altında el etek çekmiş olacağız. ve oradan kollarımızı kavuşturmuş, izleyici rahatlığında dışarıyı izlerken bıyık altından  güleceğiz; "ne uğraşıyorsun len."

öte yandan bir işe yarayacakmış, yaptıklarının değeri varmış gibi yaşamak rahatlatıcı. bir şeylere bağlanmak...
aslına bakarsan yüz metrekarelik kumsalda bir kum tanesi gibiyiz.  özgünlüğün dünyayı değiştirmedikçe kendi içinde doğup batacaksın. (burada yol fena halde çatallandığı için aniden kesilir )

14 Aralık 2009 Pazartesi

17.50′ye aşk

amsterdam

ikiçeşmelik yokuşunu tırmanırken vitrin mankeni satan dükkanları gördüğümde aklıma geldi, onların üretildiği bir atölyede çalışmıştım bir ara. birkaç günlük bir ara...

atölye karabağlar'da, oto tamirhanelerini geçince hemen solda. uzun süredir manken yüzlerini boyayan kız işi bırakmış, onun yerine birini arıyorlar. görüştüğüm kişi atölye içindeki bürosunda piranha besliyor. iki duvar boydan boya, yukarıdan aşağıya akvaryum. balıkların dişleri, liflerine ayrılmış yüzen et parçaları... filmi de izlemişim...
dışarıdan gelip odayı dolduran sentetik boya ve tiner kokusu... hafif başım döner gibi oluyor.

ertesi gün işe başladım. elimde boya tabancası, gözlere nasıl parlaklık verilir, dudak sınırları nasıl kusursuz belirlenir, yanaklar nasıl hafifçe pembeleştirilir, onlar öğrettiler, ben çalıştım.
gece burnumda boya, tiner kokusu...
ikinci gün biri daha geldi yanıma. biraz içine kapalı, nazik, iyi biri olduğu her halinden belli bir kadın. benden büyük. beraber çalışmaya başladık. öğrendiğim iki kuruş şeyi ona da öğretmeye çalışıyorum. bir yandan konuşuyoruz, yeni tanışma konuşmaları... sonra gitgide daha bir rahatladık. arada kontrolsüz gülüyoruz. derken gözümüzde yaşlar, saçma sapan şeylere gülmekten neredeyse yerlerde yuvarlanır bulduk kendimizi.

dört gün daha çalıştık onunla. eşinden yeni ayrılmıştı, bir çocuğu vardı. anne babasıyla yaşamak zor geliyordu. paraya çok ihtiyacı vardı.
benim derdim para değildi. olmalıydı aslında çünkü beş parasızdım. gazetede ilanını gördüğüm anda orayı aramamın nedeni bukowski'nin bir öyküsüydü.
bir vitrin mankenine aşık olmak ya da tek arkadaş olarak onu seçmek yalnızlık çizgisinin en uç noktasıydı ve öylesi bir duygunun bu çok kalabalık dünyada nasıl olup da kendine yer bulduğunu anlamaya çalışıyordum.

doğru düzgün soluk alamaz ama kafamız güzel halde geçen dört günün sonunda gitti. "burası bana göre değil," diyerek. bana göre de değildi, ertesi gün bıraktım işi. bir daha görmedim onu. birbirimize göründük ve kaybolduk. bu ülkede bu dileğin karavana olduğunu biliyorum ama yine de umarım istediği hayatı yaşıyordur.

13 Aralık 2009 Pazar

şişede istanbul

istanbul iyi geldi.
bir yere gitmek, oluşturduğun çembere dışarıdan bakabilmeyi sağlıyor ki, evrenin ne kadar büyük olduğunu görüp kendi küçük dertlerini o çemberden tek tek ayıklayabilesin.

bu yüzden otobüsle dönmek istedim. düşünmek için. gel gör ki bünye dayanamadı; ne uyur ne uyanık, düşüncenin yanından bile geçemeden bitiverdi yolculuk.

bizim buralılara istanbul hep heyecan... iş için oraya gitmem gerekti. gereklilik değil de gitsem daha iyi olurdu. bunu esra'ya söylerken, "hadi ley, gidelim," demesiyle planlar yapıldı, biletler alındı, istanbul'dayız.
önce kadıköy, sonra olmazsa olmaz beyoğlu, onların 'yakinim olur' civarları...

şimdi uykuyla bulanmış aklıma diyorum, "anlat, neler kaldı?": otobüse bindiğim yerdeki asker uğurlamaları... giden askerin otobüs hareket etmeye başladığında şoförün yanında dikilip selam durması -ama öyle kendine güvenle ya da ne yaptığından emin bir halde değil- , aşağıdakilerin buna mukabil istiklal marşıyla yanıt verip hazır ola geçmesi... öfke bile duyamadım.
chicago'yu izlediniz mi? hani şu, roxie hart'ın gazetecilerle konuştuğu sahne. kuklaya dönüştükleri... keşke herkese neyi neden yaptıklarını izah zorunluluğu getirilse.
zincir'in kıyısına oturmuş birayla sigara içerken, yan masadaki konuşmalardan dtp'nin kapatılması kararının çıktığını öğrendim.
başka... istanbul'un her gidişimde öğütlediği, "dur ve beni izle. izle, dinle ve kendini gör..."
tabi çok eğlendik, içtik, şarkılar söyledik, biraz önce fotoğraflara baktım da ağız kulakların kankası olmuş.

bir de yağmur... kadıköy'de rastgele yürüdüğüm üç saat boyunca yanımdan ayrılmayan çok şahane yağmur...

8 Aralık 2009 Salı

fotoğraf

oda.jpg

gece gündüz açlık uykusuzluk yoksunluk perişanlık demeden hayatını adayacağın uğraş nedir, derseniz fotoğraf çekmek derim. ne yazı, ne resim ne uğraştığım başka başka küçük şeyler...

bunu, fotoğraf çekerken aklımı, zamanı, mekanı kaybetmemden, hayatı, işleyişi unutmamdan anladım. o anlarda deklanşöre basan ben değilim, fiziksel sınırlarım yok, yalnızca görüntü, ana hapsolmuş görüntü, donmuş anlar toplamı... haller, ifadeler, çerçevelenmiş sevinç, çerçevelenmiş dalgınlık, ...

ilk fotoğraf makinem kompakt bir nikondu. durmadan fotoğraf çekiyordum. musluktan akan suyu dondurdum mucize kabilinden, sıçrayan damlalar yerinden oynatılamayacak demir parçalarına dönüştü. insanların yüzleri, kendi yüzüm...
hiç istemeden o gitti, gecikmeden yerine yenisi geldi. bu kez canon. özel ışıklar, üçayak, verilen pozlar, kurgu... ardından "bu makine bana yetmiyor," dslr...

sonra bit pazarından lubitel aldık. dijital, istediğim görüntüleri vermiyordu çünkü. aynı dönemlerde fotoşopun az buçuk hakkını vermeye başlamıştım. taş girip heykel çıkıyordu fotoğraflar. bu sahtecilikten de hoşlanmadım bir süre sonra. kutlama, hatıra durumlarının dışında dijitali kullanmadım. kağıdı karelere bölüp resim yapmak gibi geliyordu. yalnızca görüntü hapsetmeyi istemiyorum ki...

şimdi herhalde üç aydır fotoğraf çekemiyorum. elim gitmiyor. dokunursam bozacakmışım gibi...  hiçbir görüntü, hiçbir ışık yeterli değilmiş gibi...

nedenini biliyorum, aklımdakileri göremediğimden... bunu yapacak imkana ve bilgiye sahip olmadığımdan. ama 'bir gün mutlaka'.

merak ederseniz giriş ve gelişme döneminin kaydı burada. vuslata erecek miyim bilmiyorum.
yukarıdaki fotoğraf da en sevdiğim, kaygısız ve kişisel olduğundan.

7 Aralık 2009 Pazartesi

kehanet

farz-ı misal bir gün elinde mikrofonuyla biri geldi, "kim gibi yazmak isterdiniz?" dedi. hemen oracıkta bir bank var, ben orada oturan saf vatandaş. gelene geçene bakıyorum. arka plan yeşil, ağaçlıklı. yan banktakiler andy warhol piyangosunun kendilerine vurmadığına yanarak bize bakıyor. "marquez" demeye cesaret edemediğim için kısık sesle onun adını söylüyorum.

barut fıçısı

dün öğleden hemen sonra karşıyaka çarşısında yürüyorum; harap bitap... dolmuşa binip eve gideceğim. tiyatro sokağından geçerken tiyatronun önünde bir hareketlilik... baktım, yarım saat sonra 'barut fıçısı' diye bir oyun başlıyor. gişeye sordum, bilet varmış.
ne yapayım, diye düşünmek için bir sigara yaktım, boş bir tabureye oturdum. derken, klink! bir ampul... barut fıçısı... bure baruta...? hemen kalktım afişe baktım; oyun yazarı : dejan dukovski. umuda yolculuk başladı... oradaki bir gruba sordum : bingo! hemen gidip bilet aldım, heyecanla bekliyorum.

zaman geldi, girdim içeri ve perde. şu sahne o sahne, burası orası... ama bir eksiklik... filmi izlerken nefes almayı bile unuttuğum yerlerde sıkıntıdan bayılacağım.
tiyatro sahnesinde abartılı jestler ve yapaylık işin gereği, hoşuma da gider çoğu zaman ama böyle de olmaz ki.

film yugoslavya iç savaşından sonra oradaki insanların -özel olarak sırbistan'ın- cinnete yakın ruh halini anlatıyor. her saniyesi şiddet, tutku ve çaresizlik yüklü. sen tut bunu parodiye çevir.

oyunun bu yorumu mu kötüydü, yine yüksek beklenti hayal kırıklığı mı? sanmam ki ikincisi olsun.

tabi eski yugoslavya'da geçen bir oyunun müziklerinden söz etmesem ayıp olur. bir trakya kızanı olarak bazı bazı sahneye fırlayıp göbek atasım gelmedi değil. perde arasında bir de konser verdiler ki ederlezi'yle başlayıp makedon türküleriyle devam eden, bütün yorgunluğu aldı götürdü.

5 Aralık 2009 Cumartesi

ne mutlu

dostla muhabbet gibisi yok.
işte böyle geceyarısı, bir kitapta kendini bulur gibi onun gözlerinde kendini yeniden tanımak... bir başka ruhun kapılarını sana ardına kadar tereddütsüz açması... sonsuz rahatlık iksiri...

uzun zamandır uykuyla kavgalı o, şimdi yanımda mışıl mışıl huzurlu bir uykuda. ben de birazdan...
çok güzel geceler dilerim.

4 Aralık 2009 Cuma

kör baykuş

telefonla konuşurken onlarca kitabın arasında gözüme çarptı : 'kör baykuş.' hiç bilmediğim bir kitap okuyayım istiyordum, aldım raftan, kapağını, önsözünü derken, ilk cümleleri çarpıcıydı zaten, -yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar-, uzandım yatağa, okumaya başladım.
daha ilk sayfadaki şu cümle: "... çünkü benim için hiç önemi yok, inanmış ya da inanmamış başkaları. lakin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan."
"... ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtma isteğidir."

iri siyah gözlü kadın, siyah elbisesi, gündüzsefası, mezarlık, afyon, yıllanmış şarap, karanlık bir yalnızlık, dökük ev, hayal-gerçek...

sadık hidayet'in hayat ve ölüm öyküsünü bulursunuz. havagazıyla tertemiz bir şekilde öldüğünü.

kör baykuş'u okurken kelimelerin kitap sayfasına sığmadıklarını hissettim. fantastik bir filmin içindeyiz mesela, kitap açıldığı anda uhrevi bir ışık yansıyor yüzünüze.

beşyüz sayfaya serinletilerek yayılabilecek yaşantıyı, doksanbeş sayfada, yaşayarak, duyarak anlatmış. okuduğumda iyi ve kötünün dışında ilk hissettiğim, edebiyatta kolay rastlanmayacak içten bir yoğunluktu. tezer özlü'yü hatırladım onu okurken.

1 Aralık 2009 Salı

bahçeye girerken

bahçe kapısına geldim, elisa'yı bekliyorum. diğer tarafta beni koklayan sibirya kurdu... onunla konuşuyorum, kuyruğunu terazi kadranı gibi bir sağa bir sola sallıyor. içeri gireyim, diyorum, kapıyı ardımdan kapatmamla kollarını boynuma dolaması bir oluyor. yüz yüzeyiz. açık mavi gözleri gözlerime bir değiyor, bir kaçıyor.

köpeklerden korkardım eskiden. gece eve dönerken görsem yolumu değiştirirdim. lise zamanında bisikletle lay lay dolaşırken çevremi sarıp nefesimi kesmişlerdi. ondan kaldı belki. ya da eskiden rüyalarıma girdiklerinden.

girdim içeri. bembeyaz ve masmavi... oynamak mı istiyor, sevesim var, aynı samimiyeti göstereyim mi? bir adım attım, o da benimle beraber. aynı şekilde yüzü yüzümde patileri omzumda.

bir kurt köpeği büyütmüştüm. onların dilini anlamaya başladım. korkmamaya da... yine de biliyorum ki hepsinin kişiliği farklı. başka başka insanlara gösterdiği tepkiler de. onu ilk kez kokladıklarını korurken de gördüm, bıraksam birilerini hırpalayacak kadar vahşileştiğini de.

patilerini omzumdan ayırıp yere bıraktım, içerideki kapıya doğru yürüdüm. hoplaya zıplaya peşimden geliyordu. insan insan ilişkisi gibi, korkmasam doya doya seveceğim.

evden ayrılırken yanına gittim. çömeldim, yüzünü öptüm, bir şeyler söyledim. kusura bakmamasını,  sarılamadığım için. anladığını ümit ve hayal ettim.

son günlerde nedense…

bugünün çantası ne büyük... hem mutluluk sarhoşluğunu sığdırdı içine, hem ağlama sınırına yakın hüznü.