28 Ekim 2009 Çarşamba

sevgiliye

bana öyle geliyor ki, seni sevdikçe dünya dönmeye devam edecek.

erik ağacının yanında duran kadınla adam

john-berger

alalı uzun zaman olmuştu. kitaplıktaki yerini almış, diğerleri gibi okunmayı bekliyordu.
sade tasarımlı, kum rengi, ince bir kitap. kapağında abidin dino'nun bir deseni var.

diğer kitapların arasından çıkardım; önce arka kapağını, sonra berger'in özgeçmişini ve içindekiler bölümünü okudum.
zamanım çok azdı; başlıklardan birini rastgele seçtim, okumaya başladım. mutfaktaki sandalyeye eğreti biçimde oturmuştum, sigaram bitmek üzereydi. sigarayı söndürdüm. yeni bir sigara yaktım; aynı şekilde oturmaya devam ederek yeni bölüme geçtim, onu da bitirdim. kitapla birlikte salona gelerek mindere yerleştim. artık yapacak daha iyi bir işim yoktu.

uzun zamandır böyle güzel bir kitapla karşılaşmamıştım : john berger-fotokopiler. zevkle okuduğum kitaplar olmuştu yakın geçmişte ama hiçbirinden böylesi bir edebiyat tadı almadım.

hem sade, aynı zamanda çarpıcı; alçakgönüllü, samimi... süssüz de güzel olabilen bir kadın gibi.

john berger'i 've yüzlerimiz, kalbim, fotoğraflar kadar kısa ömürlü' kitabından bilirsiniz. o kelimeler bütünü bir kitabın ismi değil de bağımsız, apayrı, kendi başına yaşayan, kendine yeten bir varlık sanki...
'görme biçimleri'ni de bilirsiniz.

john berger, onu etkileyen insanları anlatmış 'fotokopiler'de. yazmıştan çok çizmiş demek daha yerinde, çünkü kitap okuyor gibi değil de bir portreler sergisinde dolaşıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz okurken. berger'in ressam olmasının payı vardır belki bunda.

bu portrelerden birinin abidin dino'ya ait olduğunu söylemeden bitirmeyeyim.
bir de 'fotokopiler'in incelikler ve ayrıntılar gezegeninden dünyaya düştüğünü.

24 Ekim 2009 Cumartesi

sıkıntı

bugünde bir şey mi var?
parlayan güneş, mavi gök, beyaz bulutlar yalnızca fon sanki,  arkada yağmur, şimşek, kıyamet...

bugün birkaç giysi onardım, biraz bisiklete bindim, altıda uyandım, birde yattım, ikide kalktım, banyo yaptım, havaalanına gittim, yalnız döndüm, tütün saracaktım, üşendim, sigara aldım, durmadan saate baktım(ilerlemiyordu), yapmam gerekenlerin listesini çıkardım, kitap okudum.

bunların hiçbirini isteyerek yapmadım.
sıkılmamak için uğraştım, yine de çok sıkıldım.

22 Ekim 2009 Perşembe

hüzünlü bir kestane hikayesi

gün nasıl da huzurlu geçiyordu...

sevgilim, uzun zamandır arayıp baskısı tükendiği için bulamadığım 'algının kapıları'nı alıp bana getirmişti. masa başında kah onu okuyor, kah roll'u karıştırıyordum.
üstelik temizlik yapmıştım, ev mis gibiydi.
aklımda evdeki oyuncak-heykellerin başrolde olduğu bir foto-roman fikri dolaşıyordu.
dün gece bir sürü hediye almıştım.
bir sürü rakı içmiştik.

huzurlu olmamak için bir nedenim yoktu.
ta ki o kestaneler yanıncaya kadar...

onları pazar günü sevimli bir köylü kadından almıştım. iri ve cazibelilerdi. kaç gündür pişirmek için sabırsızlanıyordum. ama bir türlü fırsat olmamıştı. bugün, "nihayet," dedim.
hepsinin kabuklarını bir bir çizdim. biri galiba kurtluydu, onu attım. hepsinin kurtlu olma ihtimali beni çok korkuttu.
her birini fırın ızgarasına inci gibi dizdim. sürdüm fırına.

salona geldim. oyuncaklara iyi bir öykü bulmak için 'hayali yerler sözlüğü'nü karıştırmaya başladım. aklım hep kestanelerde. acıkmışım da hafif. biraz zaman geçti, elim yana yana ters yüz ettim hepsini.
yine salona geldim. yine kitap. tam 'porselen ülkesi'ni okurken nahoş bir koku duydum. aynı anda ne kadar süre geçmiş olabileceğini hesap ettim. fırladım mutfağa. pek yemek yakmam. mutfaktaki dumanı görene kadar, koridordaki birkaç adımlık mesafede ümidimi yitirmemiştim. açtım fırının kapağını. kestaneler kestaneliklerinden sıkılmış, kömüre dönüşmek istemişler.

"elmas, sadece sabırlı bir kömür parçası mı," diye soruyor, tom waits, roll'un 'edebiyat ve müzik' özel sayısında.

20 Ekim 2009 Salı

hafif

dün gece uzun zamandır taşınmayı bekleyen eşyaları kardeşimin evinden bornova'daki eve getirdik. kondisyon bisikleti, birkaç koli kitap, giysiler...

bir şeyi düşündüğün anda yapmayınca o şeyle arana mesafe giriyor; sonra o mesafe uzadıkça uzuyor; yapılabilirliğini kaybetmeye yüz tutuyor.

durum o hali alıncaya dek de omuzlarımıza bindirdiği yük arttıkça artıyor, bıraktığı his vicdan azabına benziyor.

dün gece epey hafifledim.

11 Ekim 2009 Pazar

kursiyer

duvar

perşembe günü karikatürcüler derneğine gittim.
kazakistan'dayken sık sık arıyordum, kurs açıp açmayacaklarını öğrenmek için. "şu tarihte," deseler, atlayıp gelecektim.
kurs açmayacaklarmış, bir ihtimal atölye çalışması... o da olur da tarih belirsiz.
"toplantılara gel," dedi, cem koç. cem koç derneğin izmir temsilcisi. "orada istediklerini sorabilirsin, çizerlerle tanışırsın."
asıl ihtiyacım, planlı bir çalışma içerisinde eksikliklerimi bir an önce gidermek.

uzun zamandır çizerek para kazanıyorum. ama gel gör ki hareket halindeki bir insanı çizmeyi beceremem. perspektif desen sıfır.  zor bir resmin bile kopyasını yapabilirim (hepsinin değil tabi) fakat üç boyutlu nesneleri resim kağıdına aktaramam.

neden resim değil de karikatür kursu? çünkü bir şeyi az ve öz çizgiyle izleyene aktarmam gerek. resmin inceliklerini öğrenmek çok dolambaçlı bir yol benim için.

bakalım bakalım... toplantıya kadar kendi kendime çalışmaya, beceremeyince de sinirlenmeye devam edeyim.

9 Ekim 2009 Cuma

aman nobel canım nobel

obomba.jpg

bir uyandım, barack obama nobel barış ödülü almış. önce şaka yapıyorlar sandım. ki sunucular, az sonra "hehe inandınız mı yoksa," diyecek gibiydi. inanılmayacak ne var halbuki, nobel işte.
nobel'le de ilgili bir şeyler var aklımda; tabi her zamanki gibi hatırlayamadım. vikipediye baktım: " nobel ödülünün kaynağı dinamit ticaretidir. alfred nobel, dinamiti icat ettikten sonra avrupa'da savaşan taraflara satarak dünyanın parasını kazanmış ve vasiyeti gereği bu ödülü armağan etmiştir."
"heh," dedim, "buydu."

gün için

böyle güzel bir günün sonunda :
antony and the johnsons / i am a bird now : for today i am a boy

8 Ekim 2009 Perşembe

yol su elektrik, vs.

önce bir doz tom waits...

dün öğlen 12:30'da izmir'e geldim. cumartesi gecesi istanbul'daydım. neyse ki havaalanında sabahlamam gerekmedi bu kez, bir arkadaşın ailesinin evinde kaldım. güzel ama biraz yorucuydu. iki taraf da birbirini tanımıyor; onlar beni rahat ettirmeye çalışırken ben onları rahatsız etmemeye uğraşıyorum.
nihayetinde sabah 11, bol sarsıntılı, bol çığlıklı izmir uçağına bindim, buradayım.
geç kalırım korkusuyla gece pek uyuyamamıştım. yol da yorucu geçince tüm gün hayalet gibi dolaştım.

ama güzeldi. buraya dönmek hep güzel. orası bir balık için küçük, durgun göl nasılsa benim için öyle. güvenli, bilindik... burası okyanus. ikisinin de iyi ve kötü yönleri ayrı.

geldiğimden beri elektrik kesik. bol bol küfrettiğim fatura ödeme noktası, ta temmuzda yatırdığımız parayı iki gün önce ödemiş tedaşa. saat mühürlendikten sonra. altıdan sonra açılacak, dediler, bakalım...

not: yukarıdakileri pazartesi günü yazmıştım deftere. elektrik bugün, çarşamba günü açıldı. hata, ödeme noktasında değil, tedaştaymış. binbir telefon ve karşılıklı varsayımlardan sonra öğrendik böyle olduğunu. hala söyleniyorum tedaş nezdinde bütün kurumlara ama çok da sevindim geldiğine, o ayrı.

2 Ekim 2009 Cuma

sağlıklı yaşam rehberi

siluet.jpg

son yıllarda bir sağlıklı yaşam çılgınlığıdır gidiyor.
her şeyimiz doğal, her şeyimiz organik, her şeyimiz katkı maddesiz.

ben dışında mıyım, değilim. "aman tuzu azaltalım, katı yağ yemeyelim, şu saman gibi şey çok yararlıymış, ..."
toksinlerimi atayım diye her gün spor yapıyorum. bir ara yogaya bile başlamıştım. cildime krem değil aromatik yağlar sürüyorum, vs.

ama işte, bu işte bir bit yeniği var gibi geliyor. yani doğalın birden bu kadar 'in' olması doğal değil gibi.
ürün reklamları hep bunun üstüne. yeni yeni programlar türedi, "doğru nefes al, mutlu ol,"  "şu yiyecek, bak şurana iyi," "geçen, pazardan bi kabak aldım, öyle organikti ki sorma."

bilmiyor muyuz ki, kapitalizm işini bilir.  o, en muhalif hareketi bile alır, evirir çevirir, fiyongunu bağlayıp, satın alınacak janjanlı bir pakete dönüştürür.
saksıda yetişen domateslerin de, sahibiyle her yere giden ineklerin de, "çok doğal, en doğal, acayip doğal" sloganlarının da başka nedeni yok.

biz en başta dalından kopardıklarımızı tüketmiyor muyduk zaten? şimdi geriye dönmüş olmuyor muyuz?

"dünya kirlenmiş," diyenlerin yaşamını zehir eden kapitalizm, şimdi sahte bir utanmışlıkla başını eğiyor. diyor ki, "suç bizde değil, ama evet, dünyayı kirletmişler. hadi onu temizleyelim. ya da şimdilik boşverin dünyayı, kendinizi temizlemekle ilgilenin."

insanlık, değişik yaşam biçimleri vaadeden  akımları benimsemeye meyilli. bambaşka, hiç görmedikleri bir kapıdan süzülüp içeridekine karışmaya...
dünyayı bugün bile farklı biçimlerde sallamaya devam eden hippiler mesela. dolabımızda, aslına hiç benzemeyen, marketten satın aldığımız konserve gibiler.
kar dünyasının bir zamanlar en büyük kabusu: sosyalizm, (ki kıskanç bir sevgiliden bile daha mantıksız davranıyorlardı bu konuda) şimdi yalnızca ivan drago karikatüründen ibaret.

her şey, para potasında şekillendirebilecekleri bir meta onlar için.

sanıyoruz ki onu yesek bunu yemesek, onu içsek bundan uzak dursak uzun ve sağlıklı yaşayacağız.
ama kimse söylemiyor: "senin musluğundan içemeyeceğin su akıtıyoruz, egzos dumanını boş ver zaten, florokarbonla ozonu bir güzel deldik, her gün gördüğün denizi girilemeyecek kadar kirlettik, sanayi atıkları, bombalar, bozulan ekolojik denge, hepsinden biz sorumluyuz."

elbette kendimize hakettiği özeni gösterip onu sağlam tutmaya çalışacağız. ama bu konunun toplumsal bir histeriye ve takıntıya dönüşmesi yapay geliyor bana.

kendi hayatımızı yaşayamadığımız, tüketmeye odaklandığımız sürece böyle devam edecek.
biz detoks rejimimizle meşgulken, onlar hız kesmeden dünyayı kirletecek.