28 Ağustos 2010 Cumartesi

ıııııı...

akşamları dükkana gittiğimde oturuyorum. bir sürü kişi gelip geçiyor. bazılarıyla konuşuyoruz, kimileriyle sohbet derinleşiyor. bir gün içinde bu kadar çok insanla konuştuğum olmuş muydu? belki olmuştur, hatırlamıyorumdur ama en çok bu dönemde gibi geliyor.

zarif insanlar, doğallıkla davranan, doğal olduğunu düşünüp kabalık sınırına yaklaşanlar, kendine güvenenler, yavaşça -zarar vermekten ya da yanlış anlaşılmaktan korkar gibi- konuşanlar, hele çiftler...
ilişkilerinin atardamarı okunuyor uzaktan. kim kime daha önce aşık olmuş, dışarıda yemek yerken ne konuşacaklar, kendini bırakmayan hangisi, azalmaya mı başlamış...

abartıyorum tabi ister istemez hayalgücümle birlikte ama, insanlar hayatlarıyla beraber geçiyorlar dükkanın önünden. tatilde olmalarının okunulabilirliği arttırdığını gözardı etmemek lazım.
aralarında şakalaşmaları, son derece vakur yürüyüşleri, şefkatleri, hayretleri, mesafeli duruşları, yanağımı sıkanları...

şehir, insanları nasıl değiştiriyor onu farkettim. en azından dış duruşlarını. gördüğüm kadarıyla, ankaralılar görgülü, kültürlü ve sıcak. istanbullular, nezaket gereği nazik, mesafeli, fakat samimiyet hissettiklerinde bir noktaya kadar buzlarını eritebilen. izmirliler... ne diyeyim... benim gibi, arkadaşlarım gibi... rahat, açık... kolayca aynı dilden konuştuğumuz için dışarıdan bakıp bir şey söyleyemedim. anadolulular ya çok candan ya çok kapalı. anadolulular diye böyle kestirmeden gitmek çok haksızlık aslında. futboldaki üç büyükler ve anadolu takımları ayrımına benzedi. önceden trabzon, şimdi de bursa şampiyon oldu da jargon yavaş yavaş değişmeye başladı.

kalemle kağıda yazmaya alıştığımdan, buranın bilinçakışsal etkisini bilmiyordum. dükkandan insanlara, insanlardan  "ne olacak bu cimbomun hali" ne sıçrayan düşüncelerimi tutuyor, giriş gelişme sonuçlu başka bir yazıda buluşmak üzere şimdilik veda ediyorum.

20 Ağustos 2010 Cuma

diken üstünde

önce kendisi sonra nedeni, şimdilik.

not : renkler birbirine yakın olduğu için görünmüyormuş, 'kendisi'ne tıklamanız gerekiyor.

hazır gelmişken devamını da getireyim. "sonra nedeni,"  deyince "aaz sonra," havası oluşmuş, pek önemli bir şey değildi aslında. zamansızlıktan yazamamıştım.
dün radyo 3'te 'gözüm kulağım sinema' programı vardı. ki tavsiye ederim, perşembe 22-23 civarı. van morrison'un filmlerde kullanılmış parçalarını çalıyorlardı. gece de nasıl sıkıcı geçiyor, bir yandan bir şeyler karalıyorum, bir yandan dinliyorum.  martin scorsese'nin the departed filminden söz etmeye başladılar ve ardından şarkı... "hello," der demez güneş doğdu, her yer aydınlandı... ne zamandır dinlemediyseniz sizi de aydınlatayım dedim.

van morrison, '90 da berlin konserinde roger waters'la birlikte söylemiş dinlediğim halini. onu bulamadım ama.

birkaç saat sonra...
buldum, gözümün önündeymiş meğerse.

17 Ağustos 2010 Salı

dedikodu

onların evde balkondayız.
sadiye teyze diyor ki, "yavrum, kaldır balkondaki perdeleri, hava alırsın."
evlerimiz karşı karşıya.
"yok," diyorum, "öyle rahat edemem. gündüz orada çalıştığımdan..."
pek dinlemiyor, diğer evleri göstermeye başlıyor tek tek. hiç istemeden  içlerine giriyorum:  kiremitleri kırık evde kendini asan kadın, bahçesi harabe olanda karısına işkence eden adam, nikahsız yaşayan çift, evi kedi köpek dolu meczup, cinayet işleyen, kuma getiren, delisi, evi pisi... konuşma ilerledikçe tahammülüm azalıyor, elimle ağzını kapatıvermek istiyorum sadiye teyzenin.
o anlatırken yüzüne bakmıyorum -zorlandığım bir şey bu-, konuyu değiştiriyorum, dinlemek istemediğimi belli ediyorum ama hiçbir işareti okumadan devam ediyor.

biriyle yeni tanıştığımda öyle titizlenirim ki, bazen çekingenlik olarak yorumlanır bu davranışım. adım adım ve karşı tarafın toleranslarını gözeterek ilerlemek isterim. kapıyı çalmadan, ev sahibi uygun olmadan içeri girmem.

hal böyleyken, başka yaşamların sırlarını, bu kadar ayaküstü, hafif  şeylerden söz ediliyormuş gibi  dinlemek, etrafı yüksek çitlerle çevrili bir bahçeye zorla girmişim hissi yarattı. anlattıkları hayat değiştiren, hayat mahveden, kalıcı izler bırakan dönüm noktaları. mahremiyeti hakeden, bir cümlelik manşete sığmayan, çekirdek çıtlama rahatlığında söylenemeyecek trajediler.

hiçbir şeyin kendilerine dokunmayacağını sanıyorlar belki, belki öyle steril bir yaşantı içindekiler ki en basit bir sıradışılığın sözünü etmek bile heyecanlandırıyor onları. ya da bilemediğim başka nedenler. ama yaşanmayan bir hayatın bu isteği doğurduğu kesin.
balkondaki perdeleri kaldırmamın ne büyük hata olacağı da.

12 Ağustos 2010 Perşembe

bir tablo bazen sadece...

"bu tabloyu düzeltmezsem rahat edemem," dedi. üşenmeden kalktı, sol köşesi yer çekimiyle daha iyi anlaşmış çerçeveyi dengeledi. emin olamayıp birkaç adım geri gitti, gözlerini kısıp baktı tabloya, "tamam," dedi, "şimdi oldu." huzurla koltuğa oturdu.

çocukken simetri takıntısından çok çekmiş olacağım ki büyüdükçe asimetrileştim. şimdi düzgün duran bir nesne -mi diyeyim- huzur vermiyor. kurallara uyuyormuş, boyun eğiyormuş, özgünlüğünü yaşayamıyormuş gibi geliyor, yanındakilerle aynı hizada durmasıyla.

yatılı okulda okuduğum bir yıl boyunca... önce gözünüzde canlandırmam gerek : tabldotlarınızı alıp sıraya giriyorsunuz. mercimek oraya, pilav şuraya, hoşaf buraya. yemeğinizi yediniz, yıkanması gereken tabağınızı (tabldot, dolu olana denir gibi geldi) bulaşıkhaneye bırakırsınız. bulaşıkhanede birkaç sıra neredeyse göğe uzanan kirli tabak sıraları vardır. işte, ben hangi sırada az tabak varsa oraya bırakırdım adı artık bulaşık olmuş tabldotumu.
eğer yeterince akıl sahibi olmasaydım, robin hood gibi yüksek tabakadan alır, üç beş tabaklı dar gelirlileri büyütür, onları mesut ederdim, yeter ki dengelensinler.(akıl sahipliğiyle robinin ilgisi yok).

simetri takıntısı her ne kadar kontrol hastalığına yakıştırılsa da bence asıl oluş nedeni adalet sağlama isteği. çocuklukta uğranıldığı düşünülen haksızlıklardan. hak alma, dengeyi sağlama mücadelesi. "hayır tablo, bir köşen gökyüzünü seyredip pipo tüttürürken diğer köşen mutsuzlukla toprağa bakamaz."
simetri eşit terazi eşit adalet.

6 Ağustos 2010 Cuma

uyuyan vatandaş ve gipsy kings


cunda'dan ayvalık'a son otobüs o kadar kalabalık..
bütün gün bulaşık yıkayan iki teyze oturur oturmaz kaykılıyorlar, hemen gözlerini kapatıp. tezgahtar kızlar cıvıl cıvıl gülüşüyor. mükemmel köfteler pişiren büfeci kadın, kocasının omzuna yatmış, göz göze gelince yorgun selamlaşıyoruz.

ben, şoförün arkasında, koridor tarafında, büyük ihtimal bir sırt çantası ya da poşet, ayaklarımın yanında.
köşedeki şalcı her zaman üzgün yüzünü dışarı çevirmiş, pencereden bakıyor.
yan dükkandaki karikatür kadın, kafası dumanlı çaycı burhan abi, masa örtücü zarif hanım ve genelde orta boşlukta ayakta duran gipsy kings.
hep birlikte eski otobüste yol alırken güne çoktan son vermiş otobüs ülkesinde bir ayaklanma çıkıyor. gecenin bir yarısı sıcak yataklarında uyuyan halk, neye uğradığını şaşırıyor, ramazan davulcularına verilen hak, gipsy krallara verilmiyor.

'huysuz ve tatlı kadın'da kemanın nerede girdiğini tartışıyorlar hararetle. arada espriler, kahkahalar... "abi," diyor murat, "her gün altı saat çalışıyorum." "ama," diyor, "en sona basamıyorum." (tam böyle demiyor tabi, jargonu hatırlasam. -ah ses kayıt cihazı ah- ) kestiği bileğini gösteriyor, "bundan sonra sakatladı benim parmaklar."
ayvalık'ta herkesin kemancı olmak istediğinden dert yanıyorlar. kanuncu yok, udçu yok.
hep müzikle, müzisyenlerle ilgili... akıllarına bir şarkı geliyor, hop, otobüs camı darbuka. konuşmaları da dokuz sekizlik. " pardon hüsnü abi, abi müsadenle bir şey söyleyebilir miyim"

"yavaş birader ya!"
"konuşmayın kardeşim!"
"bi uyutmadınız şurda!"

hiçbir şeye itiraz etmeyen halk, şimdi isyanda. uyku haklarını arıyorlar.
ben her zamanki gibi gözlemciyim. hayatın çevresinde merakla dolanan bağımsız bir uydu.
krallar herkesi yatıştırdılar. hatta öyle ki otobüs gülmekten ilerleyemedi. tartışma tatlıya bağlandı. onlar indi alanda, biraz sonra otobüs halkı yataklarında derin uykuda.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

ince memed

gece işten döndüm, ne zamandır aklımda, bütün kitaplarını okuyayım istiyorum, evde yalnız iki tanesi var, birini okudum, 'kar yağıyor hayatıma' yı alıp mutfağa gittim. on sayfa, yirmi sayfa, ... nedense elim gitmemişti aldığımda. her kitabın zamanı... (pişman desen değilim...)

evlerde eskiden 'kütüphane' vardı. kütüphane modelleri beğenilir, kütüphane alınır ya da yaptırılırdı. sonra 'büfe'ler geldi yerine onun. evlenen çiftler büfe alıyor mu hala bilmiyorum.
işte bu kütüphanenin olduğu oda aynı zamanda benim yatak odamdı. kitap dolu duvarların arasında, orhan kemallerin, milliyet sanat dergilerinin, vedat türkalilerin, dedektif romanlarının, gorkilerin içinde kendimi kaybederdim.

selim ileri'yi ilk okumam bu döneme rastlar. 'her gece bodrum.' sonuna kadar okumuştum ve sevmemiştim. tabi o dönem okuduğum birçoğu gibi o da erken kitaptı. ne yazık ki selim ileri ve sevmemezlik uzun süre bir arada kaldı. sonra dergilerde okuduklarım, televizyondaki programını izleyip samimiyetine inanmam, utangaçlığı, gülümsemesi... karşıyaka'da ikinci el kitapçıda bir kitabını görüp aldım okudum. hoşuma gitti. ama yine orada kaldı, peşine düşmedim.

son iki yıldır kitap değil yazar okuyorum. yazılmış her şeyi okuma oburluğu, yerini, hızı kesip tadına vararak, yazmışın dünyasını gerçekten anlamaya çalışmaya, özel olarak bir insanı tanımaya bıraktı. ihsan oktay ve boris vian tanıdığıma en sevindiklerim. selim ileri ile yeni tanıştık sayıyorum, geçmişi bir yana bırakıp yeniden sözleştik.