26 Mayıs 2010 Çarşamba

bir an önce

bu sıkıntı nereden? yüreciğimi eline alıp hop fırlatan hop sıkıştıran oyunlarla. futbol, voleybol, hentbol, basket topu gibi.
o kumaşlar kesince dikince bir şeye benzemiyorlar bazen. giyiyorum, ya kısa ya uzunlar, bir türlü üstüme oturmuyor, yakışmıyorlar.
bütün gün uğraşıp bir şey beceremeyişimden değil bu sıkıntı. ondan olsa.
sanki hayat yetmeyiş. bir üst levıla tamamen hazır bir çekirge, de ustasının izin vermeyiş. yaydan fırlamış oku tutmaya çalış. su kaydırağından aşağıya havuza inerken iki yana tutun yavaşlamaya çalışırken kolların yansın frenden.
ne fena bu sıkıntı. böylelerinden çok korkuyorum.
kendimi üzerine basılmış bok gibi hissetmekten zor alıkoyuyorum.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

arap

vakti zamanında arabesk kuyusuna nasıl düşmüşsem, nasıl ahmet kayalar, kimbilir kibariyeler, orhan gencebaylar, en mühimi tonlarca ağırlık dünya üstümdeymiş, dertler benim, çile benimmiş gibi, hayata karşı gitgide ezilirken, hacmim daralırken, aslında gerçekte kafamda kendimi, kendime acıyarak büyütmem gibi. hem varlığımdan başka gerçeklik olmayış, gözlerim kapalı aleme,  hem de yani bunu isteyerek, acıdan zevk ala ala, kendini kendi ellerinle boğarken yardım çığlığı atmaya çalışmak gibi.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

büfede

21 Mayıs 2010 Cuma

sen bu satırları okurken...

eski türk filmlerinde zenginler kötü idi. biz, fakirleri severdik.
hele bir de zenginin ahlaksız teklif ettiği tomar tomar parayı çarptı mıydı yüzüne onun, "heyt ulan," derdik; tam o anda dünya dengesini bulmuş gibi olurdu.

zengin kızlar şımarıktı, saçlarının ojesinin derdindeydi. çoğunlukla zararsızdılar, arada kalırlardı. ama sinirimize dokunurlardı yine de. mesela ferit'i sevdiler mi istemezdik onu alsınlar. ferit'i, iyi, tabi fakir, çoğunlukla da o serseri kız alsındı.

esas kötü, gerçek acımasız, fabrikatör babalardı. varsa yoksa para... hele namuslu münir özkul'u işten çıkardılar mı ya da müteahhit olanları evini yıktılar mı isyan bayrağını çekerdik, içimiz acırdı bir şey yapamadığımıza.
o deste paraları, "yetmedi mi, bunu da al..," diye masaya koyan da, filmin sonunda dize gelip gönül indirip yaptığından utanıp sınıf kavgasını kaybeden de oydu.

sevdiklerimizin kimi, mutlak birinden intikam almak için diğerlerinin safına geçer, genelde şarkıcı olur - derin acısı içine gömülü-  bir ara para başını döndürür, sonra takım elbisesini-şık tuvaletini fırlatır, aramıza dönerdi. kayıp bir arkadaşımıza kavuşmuş gibi sevinirdik.

ben onların en çok meyhanedeki hallerini severim. esas oğlan, onun arkadaşları ve esas kız. her zaman rakı içilir. bira içmeli film görülmüş değildir. kız sarhoş olur erkencecik, iyice bitirimleşir. oğlan der, "yavaş ol, herkes bize bakıyor." "baksınlar, göze gümrük mü var, diye cevaplar kız, fondip yaparak.

bir de şeyi severim, fakir kız, yine intikam için, adım adım inceltilir, şehirlileştirilir. dans dersleri, diksiyon dersleri, terzi provaları, duruş oturuş... en başlarda, öğretilenleri yapamayışlarını severim. dönüştükten sonraki hanımefendi hallerini, o ağır oturaklı yapmacıklarını sevmem.

şimdi neredeler, "faşo ne ki?" diye sorana "ibne gibi puşt gibi bir şey," diyen güzel insanlar. şimdi zenginli, onların kaprislerinli diziler. şimdi hep talkmoney, artık hiç yenilmiyor zenginler.

-ve fakat şimdi farkettim, ezberlenmiş şeyler üzerine düşünülmediğinden. ibnelik, faşistleri hakareten tanımlanmış. yok buna hiç katılmıyorum.   

20 Mayıs 2010 Perşembe

jefferson airplane

aktau havaalanında sıkıntıyla beraber bekliyoruz. saat 05:30. ben geleli iki, sıkıntı geleli bir saat oldu. okuyamadığım kiril dergiler bitti. yanımdan bir sürü insanlar geçti. topuklu ayakkabılı, allı pullu kazak kadınları...

arada birileri pasaport istedi. biri kaç para paran var dedi. anlamadım. türkçe bilen, anlamiyorsun, dedi, güldü. o bir şey sormamış zaten. "bavulunun tutma şeysi kırık," demeye gelmiş.
sıkıntıyı içeride bırakıp sigara içmeye çıktım. girişlerin sonuncusunda bantadam kol çantamı tam ortada durdurdu. şaka yapmış oldu, gülmüş bulunduk.

sıkıntıya şikayetlerimi ilettim: "uykum var, ışık çok parlak, özledim." hiç oralı olmadı.
altıda kalkacağı rivayet, sayahat seyahat, zaman ötesi bir firma. o yüzden bir sigara daha. ve bantadamın sürpriz esprileri.

....

-şimdi evdeyim. 
-o deseni ben çizmedim, titreyen otobüste sıkıntı çizdi.
-herkes iyi geceler geçirsin. kimse bir şeyi beklemesin.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

kayıp müzisyenler bulundu


bundan kimbilir kaç sene öncesi. kendimi başka biri gibi uzaktan seyrettiğim kadar eski. oturup uzun konuşmuşluğumuz da yok, öyle hoşbeş selam bir tanıdığımla tesadüfen karşılaşmışız ev yolunda. yokuş yukarı çıkıyoruz. ev üçkuyular meydanında. nereden konu açıldıysa, kaset almış, onları gösteriyor. led zeppelin, 1,2,3,4. dinledikten sonra bana vereceğini söylüyor. 
o sıra gülay'la kalıyoruz. benim odam küçücük. apartman boşluğuna bakan karanlık odada kalıyorum. özellikle istemişim. o, yola bakan geniş odada kalıyordu, hala öyle, aydınlık biri. odamın bir duvarına resim yapmıştım. kırmızı siyah yağlıboya, örümcekler, akan kanlar, yarasalar. vahşi olmaya çalışıyormuşum demek. siyaha boyadığım eski, yamuk bir masa, taksitle aldığım bir yer yatağı, anneannemin gönderdiği yırtık kilim, kutudan bir sehpa.
birkaç gün sonra geldi kasetler. yine taksitle bir kasetçalar almıştım, hatta hala kardeşimdedir o. oturdum yatağa, kasedi yuvaya yerleştirdim, elimle ittim, tık, play... o küçük karanlık odada ışıklı müzik pencereleri açılmaya başladı bir bir. dinledikçe dinledikçe şarkıları. defalarca, baştan, tekrar... hepsini kaydedip öyle geri verdim kasetleri.

aynı zamanlara rastlar. birkaç ay sonrasına. alsancak'ta bir evde, ayvalık'tan gelen bir arkadaşımla. "dur," dedi, "sana bir şey dinleteceğim." dinlet. yine led zeppelin: kashmir. bir de şunu dediydi, net hatırlıyorum, kafam iyi olduğu halde, "mısırlı müzisyenlerle yaptıkları albüm." mıhlanıp kaldığım ve dünyanın beni unutup döndüğü birkaç andan biriydi bu.

aradan yıllar yıllar... kime sorsam yok, bilmiyor. o zamanda devr-i kasette, başkasının elindeki o şarkı, nereden bulunur, kim derman olur...

en nihayetinde bu gece, yavru vatan kazakistan'da, şehirlere uzak, bozkırlar ortasındaki şantiyede heavy metal kuyusuna düşmüş, michael jackson ve queen'le sapmalar yaşarken, söz oraya, o şarkıya geldi. arayalım youtube'da. ara tara yok. tam ümidi keserken aziz sevgilim şu şarkıyı dinleyelim, madem bulamadık. aa.. özleyip durduğum mısırlı müzisyenler yok mu o şarkıda. ayak izleri tamam, ateş söneli çok olmamış. birkaç dakika geçti geçmedi, karşımızda kashmir filan dinlemeyip göbek atmak üzere kalkmış, bir etrafına bakıp utanıp yerine oturmuş o mısırlı abi. hay gözünü sevdiklerim. gözümden yaş getirenlerim.
merak eden varsa kemanlı darbukalı kashmir şurada

12 Mayıs 2010 Çarşamba

hiç küfretmediğim kadar...

niyetim baykal'dan erdoğan'dan son günlerdekilerden, hayatımıza 'bomba' gibi düşenlerden bahsetmekti. onun istifasından, diğerlerinin açlık grevinden, suçlamalardan, tenzih ve tenkitlerden, kesinlikle videodan değil, onun öncesinden sonrasından ve nedeninden, kör gözlerden, at gözlüğünden, canhıraş savunuşlardan, kalıbımı basarım ki kesincilerinden, takınılan hallerden, yandaşlardan, bu oyunlardan dolaplardan... ulan görmüyor musunuz, şike yapılıyor içimden içimden. biz aptal mıyız, neyi savunuyoruz? kim bizden yana? izleyicinin haddine mi sahneye fırlayıp "sen ne biçim oynuyorsun?" demek. dese keşke. dese de oyunun içine etse.

nasıl bir hezeyan... hiç müslüman değilken, "memleket elden gidiyor", ikinci kurtuluş savaşçılara peki neden, açıkla? allasen n'olur lütfen düşünün. biz dış kapının mandalları, biz godot'yu bekleyenler, biz pasif agresifler, kadife koltuktakiler için değil, en şahane stardan daha çok tv'de görünen parti artisleri için değil, kendimiz için kendimizi savunalım. baykal kim, erdoğan kim? kim başta olsa mutluluk garantisi? somut sosyal hayatımıza etkileri ne? al birini vur ötekine. siyaset, içine kim girerse kirli, oranın ayrı bir sound'u, biz ölümlülerin hayatına hiç benzemeyen, hiç yararı olmayan.

gündem, gündem değil. gündem uyduruluyor. oralarda su akıp yatağını buluyor, anlaşılıyor, uyuşuluyor.  olan bize oluyor. siz sanıyor musunuz ki çağ hızlı iletişim, hızlı haberalma çağı. artık her şeyden haberdarız ve hiçbir şey gizli kalamaz. hep-sini denetliyorlar. siyaset artislerinin ve bizim, seyircilerin makyajını bile.

kendi sesini bul. o sesi kürsülerde değil içinde duy. al başını, koy önüne düşün. aslolan hayat. aslolan "iş ekmek özgürlük" slogan olmasının dışında gerçek.  iyi yaşam, milliyetçiliksizlik bir de, biraz üstünde düşünmek, kafa yormak, kanmamak, aldanmamak.

daha da bir sürü...

11 Mayıs 2010 Salı

yolcudur

iştahım acayip azalmıştı. günde tek öğün yiyordum neredeyse. sabah peynirli tost. bir de ayran içiyordum, kavanoza yoğurt ve suyu koyup çalkalayıp çalkalayıp. bulduğum en pratik yöntem buydu. ara ara kramp giriyordu mideme. sigarayı söndürüyordum hemen. çok önce akşam yemeklerinde bir demet maydonoz yiyordum. yemek yapmaya üşendiğimden, canım istemediğinden. şimdi de ayran işte... gece aç yatıp sabah başım dönerek...
öte yandan bir kokain bağımlısı gibi. çok konuşup, koşturarak. bir neş'e, gözler apaçık. gözlerimin altı çöküyordu. hızla zayıflıyordum. zayıflamayı hiç istemiyordum.
bugün yola çıkınca, ayvalık'tan izmir, izmir'den istanbul, kazakistan. o zaman geçecek. yirmidört saat içinde dört şehir görünce... onu görünce...
bir hafta sonra istanbul, izmir ve ayvalık'a dönmek üzere.

*resim, özlem akın'ın kuklalarından.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

bir kobi hikayesi - 2

ikinci günün sonunda biri geldi, dedi : "deli misiniz siz bu tişörtleri yerde satıyorsunuz. ben ne zamandır böyle şeyler arıyorum."
sofra bezini topladık, dükkanına gittik. sonra o boş tişört verdi, ben çizdim. ev penye ev oldu.
bu böyle böyle, kesintilerle beş yıla yakın sürdü. ben kazakistan'a gittim, arada oraya götürdüm, orada çizdim.
bir ara zagreb'e yerleşip orada tişörtlerin satılabileceği bir yer açmayı düşündük. paramız kısıtlıydı, boş dükkan bulamadık. o öyle kaldı. (bu düşünce, kazakistan'a karşı bağımsızlığımızı ilan etmek için büyüyüp serpilmişti, dediğim gibi olmadı)
ayvalık'a geldikten sonra buradaki eski arkadaşlarla konuşurken cunda'da bir yer kiralama fikri atıldı ortaya. derken gelişti bu fikir, ardından araştırmalar, olabilirlikler olmazlardan baskın çıkmaya başladı. en zoru, benim panik halinde olduğum dönem buydu herhalde. "ne yapacağız, nasıl?"
bir yer bulundu. "bizim mi şimdi?" derken her şey kolaylıkla, çorap söküğü ve tereyağından kıl çeker gibi teker teker rayına oturdu.
bu yer cunda'daki kapalı çarşımsının içinde. baraka gibi, yarısı kulübe, yarısı tezgah gibi... bizim için dükkan, hatta mağaza gibi.
şimdi bu yer tutuldu da, e ne yapacağız? bir kısım hediyelik. o kısım benimle ilgili değil. ben giysiciyim. çocukken perdeleri kesip elbise dikmesem de annemin güzelim kumaşlarını bebeklere alet ettiğim olmuştur.
akabinde izmir'e gidilir. yeşilova'da kumaşçı aranır, çok şahane bir tane bulunur. onlar yüklenilip eve. öncesinde kalıplar çıkarılmıştır. hiç de anlamazdım ama başardım. kumaşlar kesilir. ayvalık'ın terzileri dolaşılıp penye makinesi olan tek terzi bulunup anlaşılır. ben kes, o dik. tişörtlerden sonra elbiseye dikey geçiş. karmaşık, fırfırlı, çok parçalı giysiler için overlok alınır. o karmaşıkları ben dikeyim. sonra o terziden gelenlere tek tek resim yap, ütüle. gül, yorul, öfle, sevin.
derken 23 nisan geldi. ayvalık'tan cunda'ya yol alıyoruz. diyorum, "bu üç günden bir şey beklemeyelim. olmazsa olmaz. hem daha sezon başlamadı." acayip korkuyorum yani.
dükkanı da bir gün önceden pırıl yapmışız. gittik, hep birlik dizdik hediyelikleri, dikili boyalı kumaşları. tabi yine öyle utanma halleri. önceden de hep derdim : "ben kimseye bir şey satamam." ayıp mı gelirdi ne... çünkü bu işin yüzde doksanının numara yapmak olduğunu hepimiz biliyoruz. hatta şu 19.99 lar filan fiyatta. bir de mağazalarda çalışanların "hanım, bey" diye hitabetmeleri birbirlerine... eğreti duruyor. saygının sahtesi sevginin cicimli sahtesi kadar kötü.
anlattığım kaçıp gitmişken şimdilik bırakalım onu canının istediğini yaşasın. yarın yine gelir nasılsa.

7 Mayıs 2010 Cuma

zaruri kesinti

o sıralar işten istifa etmiştim. d., istanbul'dan hayatını değiştirmek üzere gelmişti, birlikte kalıyorduk. o çalışıyordu. ben bütün gün evde, gece gündüze karışmış, bütün gün içiyor, yazıyor, hayatın anlamını keşfetmeye çalışıp geç ergenlik dönemimi yaşıyordum. bir işe yaramayan 'bohem' yaşamım onu da çekmiş olmalı ki kısa süre sonra d. de istifa etti. hemen ardından paramız suyunu çekti.
veresiye ucuz şarap ve sigara içiyor, hayata hiçbir katkımız olmadan günleri birbiri ardına sıralıyorduk. ortadirek filmlerindeki gibi bakkala görünmemek için eve başka başka yollardan dönmeye başlayınca dedik ki, "bir çözüm bulmak gerek."
o boş zamanlarda evdeki tişörtlere bir şeyler çiziyor, yazıyorum...
bir sabah, ki o kutlu bir sabah, uyandım, yatakta sigara içiyorum, yavaş yavaş aklıma fikirler... fırladım yataktan, dürttüm didem'i, dedim böyle böyle. dedi, "yok canım, nasıl yapıcaz?" bütün gün çizdim çizdim tişörtlere. garip ifadeli insan yüzleri, ölümü ve kukla olduğumuzu dolaylı anlatan desenler. akşamüstü, "kalk," dedim, "gidiyoruz." tişörtleri aldık, bir de sofra bezi. gittik bornova'ya, küçükpark'ın girişine. hani bir şeyler satanlar yayılır orada akşama doğru. biz de serdik boş bir yere sofra bezini, üzerine tişörtleri koyduk. açtık sergiyi, ama öyle utanıyoruz ki, sanki o tişörtler bizim değil, orada bulunmamız uzamsal bir yanlışlık... yardıma gelen arkadaşlar sayesinde biraz biraz açıldık. derken bir tişört satıldı. biri daha. diğeri de. sonra öbürü... inanamıyoruz. inanmak için bi şarap alıp geldik. tabi artık rahatladık.
o geceki paranın bir kısmıyla empas'ta birbirimize bira ısmarladık. bakkala borcumuzu ödedik.
ertesi gün yine aynı şekilde... elimize geçen 70-80 liraya holding satın almış gibi seviniyoruz. aslında en güzeli yaptıklarımızın beğenilmesi. moralin asıl nedeni o, para değil.
çok afedersinizle birlikte burada ara vereyim. zira uzun zaman çalışmaktan ve uykusuzluktan bitkin düşmüş gözler greve gitti. dinlenirlerse, yarın aynı yerde, aynı saatte...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

yabancı

hep tek kişi olsak ne kolay.
işler böyle karmaşıklaşıyor. yediveren gül gibi, sık sık içimizde bir başka kişi.