22 Aralık 2010 Çarşamba

ihtilaf

bu gece öğleden sonra saat üçte eve geldim. daha çok erkendi ne yapacağımı bilemedim. sanki çok mühim şeyler yapacakmışım ama daha ona beş varmış gibi bir hal vardı üzerimde. eve  gelirken dört bira almıştım. poşette duruyorlardı. boyunları bükük gibi duruyorlardı. sonra geçe geçe saat yedi olmuştu. ama zaman nasıl zor geçiyordu. sanki o çok ağır bir bavuldu, onu milim milim itekliyordum. sanki onu iteklemek için birapower'a ihtiyaç duyuyordum. biraz da duygusallık bürümüştü dört bir yanımı. o bürümler ve biralarla geçirmiştim gecemi. aslında kendi kendime komik de geçmiş sayılabilirdi gece, ama itiraf etmem gerekir ki epey üzülmüştüm.

21 Aralık 2010 Salı

imagine


şimdi türkiye'ye geldim. buradaki mahalle biraz yadırgadı beni, neden gittin ki, neden de geldin. kimi sevinçle karşıladı, "saçlarını nerde kestirdin, ne güzel olmuş," diyen oldu ayaküstü. "kendim kesiyorum," diyemeden, tam, kuaförlere güvenmediğimi açıklayacakken giden oldu. şöyle bi süzüp geçenler. sokak ortası demeyip sarılanlar. tık tık tık parmağını şıklatıp, "ama nerden nerden,"  yolda çerçevedeki resim gibi bekletenler. bakkaldan bir selam.
bugün canım nasıl dışarı çıkmak isterken dışarıyı eve getirdim. oh oh eller havaya müzikler, göbek mi atmaklar, bilek mi kıvırmalar. sonra oturup kaldım müzik bitince. çok yalnızım gibi geldim. onun da üstesinden geldim.

29 Kasım 2010 Pazartesi

iran kedileri


filmlerden söz edeceğim demiştim ya, sözümü tutmak için oturdum çalıştım. üç aydır izlediğim filmlerden etkilendiklerimin listesini çıkardım. her birinden gayet öznel olarak bahsedeceğim. bahsedeceğim zaten, ödevimi yaptım da şu pazar günü izlediğim film aklıma takılıp duruyor : 'kimse iran kedilerinden bahsetmiyor'  'no one knows about persian cats'  'kasi az gorbehaye irani khabar nadareh'

bazı filmler var, izlerken zamanı unutuyorsunuz. her anında ağzınız açık, o anda ne açlık ne uyku ne mekan. hoop filmin içine ışınlanmışsınız. ki bunu da çok az film başarabiliyor. mesela 'noçnoy dozor (night watch)' ve  'dnevnoy nozor (day watch)'  bunlardan ikisi. fakat şimdi beni kesseler bu iki film ne anlatıyordu diye, kesseler muhakkak bir şeyler uydururdum tabi, yok, bir şey çıkmaz. kabaca konusunu bile hatırlamıyorum. sorsalar güzel filmler derim, izlerken öyleydi.

bazı başka filmler de var, play, gelişme, the end. fena değilmiş. sonra yavaş yavaş, nasıl yapıyor düşündürtüyor, aklının bir kenarı orada kalmış, iki gün geçtikten sonra kahvaltı ederken bir sahnenin gizemi çözülüyor, bir cümlenin sırrına eriliyor. film 90 dakikada bitmemiş, sürüyor.
artık ben de büyümüşüm demek ki kısa ve grafik değeri yüksek heyecanlar yerine..

genel konuşmayı bırakıp filmden bahsedeyim. konusunu tabi ki anlatmayacağım. film, filmden çok tanıklık gibi. yani yaşananlar kayda alınmış. seyirciye hiç yüz vermiyor. ki bu baştan artı. en önemlisi, en etkileyen kısmı, iran'da bizim gibi düşünenlerin bizim gibi yaşayamadıkları.

24 Kasım 2010 Çarşamba

safety last


çok sevgili arkadaşlar, yazamadıkça yazamadıkça insan kendini şey hissediyor. "bir şey oldu yazayım", bu kadar zaman oldu, yaza yaza bunu mu yazdın? daha büyük bir şey olsun öyle yaz. ama kazakistan'dayım, kazakistan demek şantiyedeki ev demek. ne olabilir ki büyük? ev kazası olabilir. tüp yok ki patlasın. sandalyeden düşsem bacağım kırılmaz, acıyı şairane tasvir edeyim.  karşıdan karşıya geçerken araba çarpmayacağı kesin. başıma saksı düşmeyeceğinden eminim. birileriyle tanışmayacağım. kendimden başkasını tasvir imkanı yok. o da  sıkıcı oluyor çoğu zaman.
filmleri anlatacağım asıl size. öyle güzel filmler izledim ki, -zaten geceleri başka ne yapıyorum- şaşarsınız.
ama onları sonra anlatacağım. önce yukarıdakini izleyip gülün. sessiz film olduğunu hissettirmiyor bile.

13 Ekim 2010 Çarşamba

"çalış!" deseydin ilk

"otur otur, çay koyayım sana."
kocamaan bir masa, masanın üstünde 'alis harikalar diyarında' çizimleri, renkli camlar, boya kokusu, kuş kafesleri, aynalar, fırçalar... dükkan dükkan değil büyücü bohçası.
sigara veriyor, sigara yakıyor billur abla (hanım?). mozaikten bahsediyor, desenlerden, boyalardan. mesela mavi rengi saatlerce konuşurmuşuz gibi geliyor bana. ama kıpır kıpır, heyecanla. öyle "mmmm mavi... evet... mavi." değil. hayat işte burada, tam bu noktada.
bir şey sattığında para alırken nasıl utanıyor, yerin dibine geçmek ister gibi duruyor.
"öyle mi böyle mi?"  gözlerimi kırpıştırıyorum. gülüyorum gülüyor. heyecanla konuşuyor, hep sorular soruyor, -cim diyor, canım değil ama.
"öznilcim diyor, beraber dükkan açalım mı?" "birlikte bir şeyler yapmamız lazım." "bizim gibi insanların..." fikirler sıçrıyor, çarpışıyor, takla atıyor, köşelere yuvarlanıp gidiyor, geri dönüp büyüyor. dışarıda ne güzel yağmur yağıyor.

eve geliyorum, mail kutumda "sayın abonemiz, bu bir bant kaydıdır..." lezzetinde bir mail. ekolojik ve organik, kimyasalsız tişörtler konusunda birlikte çalışıp çalışamayacağımız...

bir zaman anlatmıştım organik ürünler sektörü hakkındaki düşüncelerimi, tekrarlamayayım. fakat iyi ki prensip sahibi değilim.
şu avare avare gezip tozmamın sebebi, emeklilik sendromundan kurtulursam, yani kurtulayım, amin, çalışmaya başlayacağım, işallah.

7 Ekim 2010 Perşembe

misafir

nasıl yazasım var, nasıl konuşasım. nasıl mutluyum. sahip de sık yazıyor bu ara. kardeşimle geçiniyoruz, geçinemiyoruz, onun dolaplarını, sehpalarını boyuyorum, boyarken onu düşünüyorum. eve geliyor beğenmiyor. çok çalıştığı için beğenecek hali kalmıyor. o zaman abla oluyorum, "olsun, beğenme," diyorum. sonra gelip sarılıp  öpüyor, boyadıklarım güzelleşiyor.

5 Ekim 2010 Salı

e dair

anlatacağı dilinin ucundaydı. sigarasını hızla yaktı, biradan bir yudum aldı, "onun facebook sayfasında..." dedi. "msn'de," dedi. konuştuklarını anlattı.

biz eskiden kardeşimle aynı dala konmuş iki bülbül idik. bir araya geldiğimizde. aynı anda konuşup aynı zamanda dinlerdik birbirimizi. anlatasımız o kadar birikmiş olurdu. bundan birkaç ay önce ben yine izmir'de onun evindeyken, inekleri beslemesi gerektiğini söyleyip gitti. sonra domatesleri yetiştirdi, biberleri suladı.

başka bir gün arkadaşıma gittim. nasıl güzel sohbet, nasıl seviyoruz birbirimizi. sular seller konuşuyoruz. kendi hayatlarımız, genellemeler, analizler. "dur," dedi, "söylediğini tekrar et." ettim. söylediğimi sayfasına yazmak için gitti. görsel, dokunsal ve hissetsel yedi boyutlu hayatı sıfır sıfır birli ekrana anlattı. mutlu mu, hala değil.
buranın en mühim yanı, çekici olma sebebi, latin danslarını öğrenmektense düğmeye bastığımızda latin dansları dahil her şeyin ayağımıza geldiği yanılgısı. herkes hizmetçi ister, buyrun hizmet ayağınızda. istediğiniz kadar yalnızlaşın, bunun farkına varmayacaksınız.

KOMPLO TEORİ-si : üç kişinin bir araya gelmesi suç sayılırmış eskiden. örgüt kurma potansiyelinden ötürü. iki değil ama üç kişinin dünyayı değiştirebileceğinden korkulurmuş. insanlar bir araya gelince büyürler. konuşurlar, değişirler, yola çıkarlar. aman.

artık bolşevik devrimi olmayacak hiçbir yerde. kimse işçi sınıfını örgütlemeyecek, yeraltında bildiriler basılmayacak. aşk, şevk, tutku olmayacak, dorian gray'in portresi çizilmeyecek, suç ve ceza yazılmayacak, rimbaud gibi denizler aşılmayacak.

her şey hafif, o kadar çok bilgi, düşünmeye gerek yok. kendimizi seviyoruz, kendimizden nefret ediyoruz, kendimizle uzlaşmaya çalışıyoruz. alıyoruz biriktiriyoruz gerekli gereksiz, maddeye dönüşüyoruz.  kapasitemizin o kadar altında. olduğumuzun, olmayı istediğimizin bile.

kapitalizm insanı ısırıyor. acı duymuyorsun. öyle güzel billboardlar.taktığın saatle hayatın değişiyor, özgür yaşıyorsun, fark ediliyorsun. esas olan hayat. kokladığın, konuştuğun, gözlerine baktığın, merabalarla, günaydın, iyigecelerle.

26 Eylül 2010 Pazar

pireler ve develer

GEÇMİŞ ZAMAN
bilgisayarla birlikte hastalandık. hem de tam, yakınlaşmaktan korkup büyük zeka kapsülünde saklanan doktora vicodini bıraktırmaya çalışırken. bilgisayarın ekranı karardı, güçlükle soluyarak, "beni bırak, sen devam et," dedi. arkama bakmadan gittim, dvd player sağlıklıydı, ben hapşırıyordum, house yemek pişiriyordu.

GEÇMİŞLE ŞİMDİKİ ZAMAN ARASINDA KÖPRÜ ZAMAN
sezon bitti. house'un değil, buranın. lokantalardaki, barlardaki ve sokaklardaki "hep böyle yaşasak," "hayat bu işte," "buraya yerleşmek lazım," umut mutluluk ve düşünceleri,  hayallerle evden kaçıp geri dönmek zorunda kalınca babasının tokadını yiyen çocuklar gibi. iş güç büyük şehir trafik çirkin binalar sorumluluk. olsun umut bitmez, yine evden kaçarız. kaçarlar.

ŞİMDİKİ ZAMAN
meraba.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

ıııııı...

akşamları dükkana gittiğimde oturuyorum. bir sürü kişi gelip geçiyor. bazılarıyla konuşuyoruz, kimileriyle sohbet derinleşiyor. bir gün içinde bu kadar çok insanla konuştuğum olmuş muydu? belki olmuştur, hatırlamıyorumdur ama en çok bu dönemde gibi geliyor.

zarif insanlar, doğallıkla davranan, doğal olduğunu düşünüp kabalık sınırına yaklaşanlar, kendine güvenenler, yavaşça -zarar vermekten ya da yanlış anlaşılmaktan korkar gibi- konuşanlar, hele çiftler...
ilişkilerinin atardamarı okunuyor uzaktan. kim kime daha önce aşık olmuş, dışarıda yemek yerken ne konuşacaklar, kendini bırakmayan hangisi, azalmaya mı başlamış...

abartıyorum tabi ister istemez hayalgücümle birlikte ama, insanlar hayatlarıyla beraber geçiyorlar dükkanın önünden. tatilde olmalarının okunulabilirliği arttırdığını gözardı etmemek lazım.
aralarında şakalaşmaları, son derece vakur yürüyüşleri, şefkatleri, hayretleri, mesafeli duruşları, yanağımı sıkanları...

şehir, insanları nasıl değiştiriyor onu farkettim. en azından dış duruşlarını. gördüğüm kadarıyla, ankaralılar görgülü, kültürlü ve sıcak. istanbullular, nezaket gereği nazik, mesafeli, fakat samimiyet hissettiklerinde bir noktaya kadar buzlarını eritebilen. izmirliler... ne diyeyim... benim gibi, arkadaşlarım gibi... rahat, açık... kolayca aynı dilden konuştuğumuz için dışarıdan bakıp bir şey söyleyemedim. anadolulular ya çok candan ya çok kapalı. anadolulular diye böyle kestirmeden gitmek çok haksızlık aslında. futboldaki üç büyükler ve anadolu takımları ayrımına benzedi. önceden trabzon, şimdi de bursa şampiyon oldu da jargon yavaş yavaş değişmeye başladı.

kalemle kağıda yazmaya alıştığımdan, buranın bilinçakışsal etkisini bilmiyordum. dükkandan insanlara, insanlardan  "ne olacak bu cimbomun hali" ne sıçrayan düşüncelerimi tutuyor, giriş gelişme sonuçlu başka bir yazıda buluşmak üzere şimdilik veda ediyorum.

20 Ağustos 2010 Cuma

diken üstünde

önce kendisi sonra nedeni, şimdilik.

not : renkler birbirine yakın olduğu için görünmüyormuş, 'kendisi'ne tıklamanız gerekiyor.

hazır gelmişken devamını da getireyim. "sonra nedeni,"  deyince "aaz sonra," havası oluşmuş, pek önemli bir şey değildi aslında. zamansızlıktan yazamamıştım.
dün radyo 3'te 'gözüm kulağım sinema' programı vardı. ki tavsiye ederim, perşembe 22-23 civarı. van morrison'un filmlerde kullanılmış parçalarını çalıyorlardı. gece de nasıl sıkıcı geçiyor, bir yandan bir şeyler karalıyorum, bir yandan dinliyorum.  martin scorsese'nin the departed filminden söz etmeye başladılar ve ardından şarkı... "hello," der demez güneş doğdu, her yer aydınlandı... ne zamandır dinlemediyseniz sizi de aydınlatayım dedim.

van morrison, '90 da berlin konserinde roger waters'la birlikte söylemiş dinlediğim halini. onu bulamadım ama.

birkaç saat sonra...
buldum, gözümün önündeymiş meğerse.