31 Mart 2010 Çarşamba

kayıp ütopya

en tuhafı ne biliyor musun? şimdi ben bu akşam bir sürü yazdım. anlattım. anlatmam, dünyada kendi uzaysal varlığımdan daha çok yer kaplamak isteğimden. hepimizin öyle. anarşistler için bile geçerli bu. bireysellik bayrağını kimse tek başına taşımak istemiyor.
o zaman, madem ki ölümlüysek, en büyük haz kendi kendine şişeye yazacağın mesajı hazırlarkenki duyduğun hazdır. artık kimsenin mesajın geri dönüşünü bekleyecek zamanı yok.
hangi toplum biçimini özleyeceğimi bilmiyorum. şimdiye dek özleyeceğim bir toplum biçiminin gelmediğini, üretilmediğini biliyorum ama... her ne kadar yaşanmamış olsa da belki thomas moore'unki. o da tam değil. herkesin kendi ütopya modelini yazması gerek.
belki o zaman dünya daha yaşanası olur.

kalıplar birey için de toplum için de kolay kabul edildiğinden sosyalizm olsun isterdim. alıp üstümüze kolayca giymek için. kimdi o siyasetçi, demiş ya: "ben sizi kolayca sosyalist yapabilirim, ama diyelim 'a' da sizi aynı kolaylıkla antisosyalist yapabilir."
bu konuda kafam karışık. bir yandan yeni bir kapital yazılsa diyorum, bir yandan yeni bir şey üretilmesi gerek. hem kitapların kalkması, hem kitaba uymak gerek. kapitalin, lenin'in emperyalizminin kutsal kitap sıfatından çıkması, yeni biçimler yaratmak gerek.
yeni kafalar, bir sürü düşünceler gerek.

30 Mart 2010 Salı

aysel abla

mutluluk da mutsuzluk da ne kolay...
kelimeler, sonsuzluğun kutuya konup, etiketlenip satışa sunulmuş hali gibi. duyulandan uzak, resim yeteneği olmayan birinin 'özgürlüğün' resmini yapması kadar sınırlı.

eve geldim. saat dokuz gibi. ev soğuk, yakacak odun bitmiş. bahçede tahtalar var, fakat ocağa sığmayacak kadar uzunlar. balta da var, keser de. daha önce denedim, taşın üstüne koyuyorum, ikiye bölmeye çalışıyorum, faydasız. keserle kıyısından köşesinden yontuyorum, odun altı için. ama bu gece odun da yok. ümidimi kesip içeri girdim.

radyo mutfakta, radyoyu açtım, beatles çalıyor. sallan yuvarlan içeri giderken bahçe tarafından ses geldi. ne oluyor diye perdeyi açtım, kapı koluna davrandım ki bizim yan komşu mutfak camına taş atıyor. yan komşu yetmişbeş yaşında, doksanyedi yaşındaki annesiyle yaşıyor. bahçe ışığını açtım, gözüm algıladı, komşu elinde bir tabak, gülüyor, "korkuttum seni kusura bakma", "keşkek yaptık sana da getirdim." keşkek, bilmem bilir misiniz, buğday, nohut ve etle yapılır. yapılması zordur ve özel gün yemeğidir. ben en son on yaş civarında yemiştim. ilkokula giderken annemlerin çalıştığı köydeki düğünlerden hatırlıyorum tadını. bir daha da yemedim, unutamamıştım da.

farkettim, içimde tomurcuklar, mutluluk... hala o tahtaları evcilleştirmeye çalışıyorum. çünkü soğuk. dedim "rahatsız ediyor muyum, beceremiyorum da bunları kırmayı." bana göre bütün gücümü kullanıyorum çünkü. ses çok ama koca baltayla tahta arasındaki ilişki zayıf. "al," dedi, "uğraşma," bir sürü odun, tahta, çıra, yeniden geldi.

bazen eve kapanıyorum. işim de evde olduğu için. olmasa bile. sanıyorum ki dünya bir boşluk, ben o dünyadaki tek insan. önüm arkam sağım solum bilimkurgu filmlerindeki gibi bir virüsten kırılmış. ben ve ev anti virüs. o kadar tek başına ve yalnız, kendi küçük hayatının kuyusuna düşmüş, küçük dünyasının yumağına dolanmış bir kedi gibi...

sabahtan beri yine öyleyken yan komşu ensemden tutup çıkardı beni dışarıda hayatın gürül gürül aktığının farkedilmediği karanlık kuyudan.

mutluluk da mutsuzluk da kolayca ulaşılan, birbirinin yerine nöbetleşe bakan iki kardeş. tabi ki uçucu, kaçıcı, hiçbiri sonsuza dek beklemeyen...
yazının biteceği yok. kelimeler yetmedi tabi. belki müzik... belki bülent ortaçgil'in küçük şeyler. taylaraylay...

13 Mart 2010 Cumartesi

böyleyken böyle

ikiyi geçiyordu, çıktım, emine'yle buluştuk, tam geçen seneki yerde. birer çay söyledik, canım acayip sigara istiyordu, kendimi tutuyordum. az içmek daha keyifli daha gerekliydi. sanki bütün sigaralar önümde diz çökmüş, onları tüketeyim diye yalvarıyorlar, da ben onlara yüz vermiyorum. bunun zevkini sigara içmenin zevkine değişmiyorum. böyle 'cool' duruyorum.

oturalı bir saat geçti. emine sağolsun birini yakıp birini söndürüyor. ben öyle dimdik, asırlık çınar gibi... fakat içi çürümüş, dışarıdan görünmüyor, yıkıldı yıkılacak o duruş. günde beş ila sekiz, duruma göre değişiyor. ki bir haftadır ödün vermişliğim yok. iki sigara arası en az iki saat. bir haftadır bende bir güzellik... ışıldayan cildime bak şiir yaz. ağız tadı muhteşem, yedi saat uykudan sonrasını aramıyorum. içim dışım tertemiz.

fakat gel gör ki emine keyifle birini söndürüp diğerini yakıyor. epey dayandım. cüzdanıma sıkıştırdığım tek sigarayı içtim üç çay ve iki saat boyunca. sonra kalkıp gezindik. dükkanlara baktık. ağzımın da tadı bir güzel...

sevgiliyle sözleşmiştik öncesinden, meydandaki en güzel yere oturmuş, yanına gittik. güneş batıyor. karşıda deniz. biraya çağırıyor. ki yan masalarla çoktan rakıda sözleşmişler. biz alçakgönüllü davrandık. bir bira bitimine yakın 'çok iradeli ve şaane insanım' diyerek yaktım sigarayı. her türlü alkollü ve sevgili içecekten de soğumuş olmam gerekiyordu bu dönemde. nedense yumuşak kalpliliğim tuttu, hepsini buyur ettim, "aman," dedim, "çocuklar, sizin kusurlarınızı affedelim bugün." muhabbet de ne güzel, birkaç zararlının lafı mı olur?
işte böyle... bende değil ama idari irademde birkaç yara açtım bugün.

6 Mart 2010 Cumartesi

geç kaldık!

geckaldik

başlangıçlar ne zor.
sanki, oturma odasında yattığın için geçici olarak annenlerin yatağında uyumuşsun da haydi vakit gelmiş, o sıcaklığı bırakıp kalkmak zorundasın. gideceğin yatak da senin halbuki...
önce biraz üşürsün, yerleşemezsin. bir iki sağ sol... aslolan uyku, uyursun.
sabah uyandığında yatak evcilleşmiş, ısınmış, biraz sana benzemiştir.

4 Mart 2010 Perşembe

chat noir

biraz, az önce izlediğim kedi ailesi, biraz rakı, yasemin ve duman kokusu,  biraz ışıksızlığa ‘hafif kenara çekil’ gaz lambası, biraz ‘ezginin günlüğü’ : “çıplak heykeller yapmalıyım.”
kediler beş tane. en birincisi arada cama gelir, oturup bekler. koku dayanılmazsa, mesela balık, kibar bir “miyyv” la “verirseniz sevinirim”i iletir, başka da demez. sessiz ister, ama öyle bir güçlü sessiz ister ki vermesen olmaz. veririz, o gün masaya ne koyduysak. sarı, sarman bir kedi.
bugün terastayız, iki sehpayı birleştirdik. mutfaktaki iki sandalyeyi de karşılıklı koyduk. bisiklet kiralamıştık, saatlerce pedal basmaktan bacaklarda derman yok, fakat hayat nasıl içimizde, yorgunluk ve mutluluk yin yang gibi eşit harman. işte kediler o zaman geldi.
balık kokusunu duyarak. önce bizimkisi. sonra onun aynısının daha genci. daha oyuncu bakışlısı, heyecanlısı. bir ihtimal kızı. sonra, galiba sarmanın kocası: gözleri kanlı, sert, çok kavgalardan geçmiş, kulağının biri yenmiş. bir yandan ne söylesen kırılacak, yanlış anlamaya meyilli, hemen parlayacak gibi.
arkasından simsiyah, yeşil gözlü, büyük kedi. insana hiç alışık değil. bu yüzden mahcup da değil, cinsinden memnun. diğer koca belki.
sonra karşı çatıdan yavaş yavaş buraya yaklaşan sarı siyah bir yavru. karanlığı babasına çekmiş.
bizim sarman, ki hepsince kabul edilmiş bizim bahçenin hakimi olduğu, sofraya buyur ediyor ailesini. tee neden sonra akıl ediyorum fotoğraf çekmeyi.
sarman, koca bir balık parçasını kendine benzer sevdiği ile yedikten sonra. sevdiğini nereden anladım; onun yemeyi bırakıp yüzünü diğerinin yüzüne sürmesinden.
aklımda gün bitimsiz…  tom waits eşlik etse de yazı boyunca, ezginin günlüğü, ’sarhoş balık ile topal martı’ ile nokta koyayım.  daha da bir sürü var anlatacak. hep olsun.