31 Mart 2008 Pazartesi

bir zamanlar hem fakir hem salak bir genç vardı

insanların çoğunun çıtayla ilgili bir sorunu var.

yine çoğu, o çıtanın durduğu yeri beğenmiyor. gidiyor, çıtaların bulunduğu yere, kendi çıtasını bir üst noktaya taşımak için elinden geleni yapıyor. çoğu başaramıyor.

insanlar o çıtayı daha çok insan olmak, sanatta bilimde ilerlemek, barışı sağlamak üzere yükseltmek isteseler iyi. dolaşımını (ki artık düğüm olmuş), lidyalıların başlattığı o kağıtçıkların miktarıyla ölçülüyor çıtaların yerden kaç santimetreliği.

başarının birimi değişti günümüzde. yine çoğunluk, başarıyı cüzdanında görmek istiyor.

bir kitabın, üretilmişin, gerçekten iyi olup olmadığına bakan yok. önemli olan 'kaç para' ettiği, ne kadar sattığı.

hatta bu konuda bir öneri sektörü de oluşturdu sistem: 'çok satan kitap yazmanın yolları' , 'başarı aha orda, aval aval bakma öyle, kendi içinde', 'nasıl süper yönetici olursunuz' , 'başkasının tepesine kibarca basmanın yolları' , ...

başarının nitelikle ölçüldüğü günler tarih oldu. nicelikle hesaplanıyor her şey. işin kötüsü, nicelik bile eski nicelik değil. nicelik şimdi, asıl rakamın sağındaki sıfırlı hanelerde oturuyor.

yine bu nedenle, patron çalışanını, ev sahibi kiracısını, zengin fakiri hor görüyor. tamamen yanlış dayanaklar üzerine kurulu ve çarpık bir hiyerarşi düzeni oluştu toplumda. ye kürküm ye, meselesi.

öyle çok andaval insan, gereksizce ve yalakaca bir saygı görüyor ki bu yüzden.

çıtaları en alttakiler de diş bilemiyor değil bu duruma. içten içe öfke biriktiriyorlar. ama o öfkeye kendilerini yedirdikleriyle kalıyorlar yalnızca. öfkelerinden iç kemirgen yaratıyorlar.

niyetleri de çıtalar mekanını darmaduman etmek filan değil. kendilerininkini yukarı taşımak istiyorlar sadece. şu, koltuğu yavaşça döndürüp " bir zamanlar fakir ama onurlu bir genç varidi," diyebilmenin intikami zevkini yaşayabilmek için didiniyorlar.

buradan, alan memnun, veren homurdansa da arada, o da memnun görünüyor. bize ne düştüğünü söylememe gerek yok.

30 Mart 2008 Pazar

yavaşlık*

kafamda öyle bir görüntü, ses, bilgi kirliliği var ki, ne yapsam arınamıyorum, arıtamıyorum.

televizyon izlemediğimde ya da bilgisayardan uzak kaldığımda, bir noktaya baykuş gözlerle bakakalıyorum.

kafamın içinde 'tık' yok.

nereye gitti onca öğrendiğim? hiçbiri mi bir tanecik bile düşüncenin ucunu tutuşturmadı?

eskiden, kullanılmış vita tenekelerine çiçek ekilirdi. bende o da yok. 'tın tın' dış yüzeyim sadece.

öğrendiklerimin nereye gittiğini sormuştum ya, buldum. hepsi birbirinden bir şeyler almış, bu şeyleri yanlış yerlerine yapıştırmışlar; böylece bacağı kafasında, burnu sırtında bir ucube çıkmış ortaya.

onu da tanımlayıp kendisiyle fikir alışverişinde bulunmam mümkün değil.

kafamı gereksizce doldurup faaliyeti engelleyen tanımsız ucubeden kurtulmak için ne yapılacak?

-bilgisayar karşısında amaçsızca zaman harcanmayacak en başta. çünkü, ucubenin yumrularla dolu patates gövdesini o oluşturuyor.

-izlenmeyen televizyonun sesi kesilecek. beyin kimbilir ne şaşkın bir panik yaşıyordur, kulağı oraya yönlendirip yönlendirmeme arasında bocalarken. beyne boş amelelik ettirilmeyecek.

.....

elektrik sarfiyatına son verip gün ışığıyla yetininiz. sonra yavaş, çok yavaş, en yavaş müziği seçip dinleyiniz. koltukta hafif yanlayabilirsiniz artık.

üşenmezseniz şarap açın bir de. çok kaçırmayın ama, o da yorar.

bir de sigara yaktınız mıydı değmeyin keyfinize.

artık o uzaklara bakıp geniiş geniş düşünen kişi olmamanız için hiçbir neden yok.

bir de kitap okursanız daldığınız uzaklardan döndüğünüzde, iyice zayıflamış ucubenin kıçına altın tekmeyi basıp, güzel bir silueti ağırlayabilirsiniz boşalan yerinde.

bir yerde duydum geçen gün, duyduğum yerleri pek hatırlamam, uğraşmayayım şimdi de; "yavaş hareket edersen zaman yavaş geçer," diyordu yaşlı bir adam.

öyle hızlı yaşıyoruz, öyle çok koşturuyoruz ki, otoban sol şeritteki araba gibi, ayrıntıları görmeye zamanımız kalmıyor. en önemlisi, oturup düşünmeye, dinleyip anlamaya takatimiz yetmiyor.

siz şimdi iyisi mi bir sigara yakın, şöyle koltuğa uzanın...

*milan kundera

en şahane döngü

"canım sıkılınca bir sigara yakıyorum.

içince öksürüyorum, öksürünce tükürüyorum, tükürünce damağım kuruyor, hemen şarap içiyorum, fakat bütün bunların bende bir alışkanlık yapmasından korkuyorum.

bu düşünce bende efkar yapıyor, hemen bir sigara yakıyorum, her efkarlandığımda sigara yakmanın bende bir alışkanlık olmasından korkuyorum.

ben canım sıkılınca sigara içiyorum ve yıllardır çok acayip sıkılıyor canım."

ferhan şensoy'un eşeğin fikri'nden

27 Mart 2008 Perşembe

dinlerken



müzikle yatıp müzikle kalkıyoruz şu aralar. hele ben tam zamanlı işsiz olarak, özellikle bugün, şarkıdan şarkıya koşuyorum.

michael jackson'dan başlayarak, the doors, nick cave, caanım jane birkin, gypsy kings, bir takım afrika müzikleri, natacha atlas, AcDc, bob seager, dinlemediğimi sandığım, oysa ki "everybody here wants you" sunu ezberlemişliğim olduğunu farkettiğim jeff buckley, yeni keşfettiğimiz miriam makeba, patti smith, frank sinatra, opus, europe, james brown, edith piaf, ....

bu arada, fransızca olup da beğenmediğim hiçbir şarkı olmadı. mümkün olsa da tüm fransa kocaman bir müzikal sahnesi olsa. kimse konuşmasa, herkes şarkıyla iletişse, dans etse. biz de izleyip gülsek, eğlensek.

hazır dilekte bulunmuşken, yağmur yağsa bir de, evde kalmaya sebep olsa.

25 Mart 2008 Salı

yelken

sık sık ve severek yazıp da yazdıklarını beğenen kimseye pek rastlamadım.

ben de beğenmem yazdıklarımı. eksik, çarpık ya da anlamsız gelirler dönüp okuduğumda.

bugün, oğuz atay' ın da kendi yazıları için aynı şeyleri düşündüğünü öğrenince... nasıl söyleyeyim... omuzlarından tutup sarsmak geldi içimden. şefkatli bir biçimde kızdım, değerini küçümsediği için.

andre gide de günlüğünde kötü yazdığından yakınıyordu. kafka, dostu max brod'dan tüm yazdıklarının yakılmasını istemişti.

bilmiyorum, onarılamayacak bir güven eksikliğinden mi bu? yaşamın kendisinin getirdiği değerler kaybından mı yoksa? ve yahut varoluş zemininin kayganlığının farkındalığı mı sebep, ya da yazarın hayattayken önemsenmemesi mi?

her ne ise neden, sonuç acıtıcı.

burada!

bir aydan fazla olmuş yazmayalı.

yaklaşık yirmi günü tatilde geçti. döndüğümüzde de bir süre uzak kalmak istedim bilgisayardan. tatilin büyüsünü sürdürmeye çalıştım sanırım. artı, bir sürü proje ve onları gerçekleştirmeye yetecek enerjiyle döndüğümden, zamanımı ekran karşısında geçirmek istemedim.

önce, uzun uzun tatili anlatayım istiyordum. bir türlü başlayamadım yazmaya. öyle de meşgulüm bu aralar. evin içinde koşturup duruyorum. kah, izlenmeye değer bir şeyler olduğunda örgümü kapıp geçiyorum televizyon karşısına, kah resim, kah resim araştırmaları yapıyorum; o kitap o gün bitmezse başımıza kötü bir şeyler gelecekmiş gibi kitap okuyorum, her gün illaki dans ediyorum, arada doğaçlama yemekler yapıyorum. hepsini de öyle şaşmaz bir ciddiyetle gerçekleştiriyorum ki sanırsınız dünyanın kaderi yaptıklarıma bağlı. yanılsama, kişi için itici güç olabiliyor böyle zamanlarda. iyi de oluyor.

bu bahaneler dizisi yazısını yazdığımdan, tatil anlatısı kafamdaki müstesna mekanında konaklayabilir az daha.

ben de onun baskısından kurtulup başka konulara rahatça yelken açabilirim.