21 Şubat 2008 Perşembe

senden benden bizden

14 yıldır günlük tutuyorum.

onca zaman, ısrarla yazmamın iki nedeni var. ilki, yaşamımın kaydını tutmak. nerede, ne zaman, ne hissettiğimi anımsamak.

ikinci neden daha önemli, hayati : kendimi bilmeyi istemek. içimde dolaşmak, tanımlarla toparlamak, parçalardan anlamlı bir bütün oluşturmak çabası.

yazarak bir heykel yaratmayı istedim. somut, elle tutulur, apaçık, bir 'madde'. bilincimle zaptedeceğim, nerede ne yapacağını kesin olarak bilebileceğim bir töz.

söyleşilerde, sorulara net yanıtlar verenlere hayret ettim bu yüzden. tereddütsüz görünen o cümleleri nasıl artarda sıralıyorlardı, gelecek üzerine nasıl bu kadar olasılıksız konuşuyorlardı, her şeyden, en çok da kendilerinden nasıl böylesine eminlerdi?

'bir şey' olma umudumu 2 yıl öncesine kadar sürdürdüm. insanoğlunun karate filmlerinden "hiyayt!" diye çıkan sınıfına dahil olduğumdan, bu 'bir şey' kısa zaman aralıklarıyla değişiyor, haliyle beni yoruyordu.

hele, kendini bir yere oturtma çabasının doruk noktasına vardığı ergenlik döneminde, değme artistlere taş çıkartıp bir gün o, bir gün bu, oluyor; böylece, ruhumu soruların ağırlığından bir süreliğine kurtarıyordum.

kabuğumdan çıkıp başkalarını görmeye başladığımda, bunun, evrensel bir sorunun benim cephemdeki hali olduğunu farkettim.

kimileri, varoluşsal sorunun önemli parçasını kısa yoldan çözmüştü.

sorunu aklına bile getirmeyerek, önceden şekillenmişten bir kalıp da kendine alarak, dahil olarak, adayarak, vazgeçerek...

bazıları kafa yormaya devam ediyordu.

belirsizlik ve kararsızlık, en kötü saydığımız duygulardan bile daha fazla huzursuzluk, uykusuzluk, eminsizlik ve güven eksikliği yaratıyor sanırım. bir yere yerleşemediğimiz için tedirginlikle dolanıp duruyoruz.

2 yıl önce her şeyi kabullenmeye karar verdim.

iyi biri miydim, kötü mü? omzumdakilerin ikisiyle de iyi anlaşıyordum.

güçlü müydüm zayıf mı? bazen, dünya üstüme düşmüş gibi hissediyordum, bazen dünyayı ellerimde taşıyacak gibi.

dışa mı dönüktüm, içe mi kapalı? günlerce ağzımı açmak istemediğim de oluyordu, herkese her şeyimi anlatacak kadar konuşma isteği duyduğum da.

kesinliğin verdiği güven duygusu apayrı. kontrolün bizde olmasının yarattığı rahatlık... şeyleri, aynı kategorideki benzerlerinin yer aldığı raflara dizmeyi seviyoruz. sınıflandıramadığımız, huzursuzluk yaratıyor. hele ki bu, kendimizde yerini bulamadıklarımızsa.

bazen düğümleri çözüp, olan biteni uzaktan izlemek gerek belki de. zamanın ve hayatın, düşüncelerimizden hızlı olduğunu anlayıp, kolayca kılık değiştirebilmek... kusurların, görünenin, olmuş olanın, değiştiremeyeceğimizi farkettiğimiz kısımlarını kabullenmek...

bütün bunları yeniden düşünme nedenim, rastlantıyla okuduğum, paul auster' in sözleriydi:

"bence kimlik dediğimiz, sabitlenebilecek bir şey değildir. bir insan ya da karakter -adına ne dersek diyelim- bir tayf gibidir: renkli bir tayf... ya da içinde bir sürü nota bulunan bir klavye. hemen her zaman değişiriz. düşüncelerimiz, tavırlarımız, içinde kendimizi bulduğumuz koşullar. değişiriz. atlamalar yaparız. bu arada kendimizi ve kim olduğumuzu anlamaya çalışırız. ama asla tam manasıyla kim olduğumuzu bulamayız. bu ne zamana kadar sürer? bir kriz anı... beklenmedik gelişmeler... aniden baş gösteren sıkıntılar. bu nokta bana çok ilginç geliyor. işte tam bu nokta. gerçek bir sıkıntıyla yüzleşme anı.
kendiniz... bilemezsiniz. hiçbir zaman bilmezsiniz gerçekten kim olduğunuzu. bu her zaman bana müthiş bir fikir olarak gelmiştir."

20 Şubat 2008 Çarşamba

bir başkadır benim memleketim

kazakistan'la ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum. görebildiğim kadarıyla, iki ülke arasındaki farklılıklar, buranın kendine has özellikleri, yaşam biçimlerinin karşılaştırılması, ülke dışında yaşamanın getirdikleri götürdükleri...

tam bu sırada bir kitap okumaya başladım: alain de button, felsefenin tesellisi. 'kültürel yetersizlik üzerine' bölümünde montaigne'nin fransa, almanya ve alpler gezisi sırasında gördüğü kültürel farklardan söz ediyordu button.

çoğumuz, değil ülke sınırları dışına çıkmak, alıştığından farklı yaşantılarla karşılaştığı, tanıdıklık hissinin sıfıra yaklaştığı çevrelerde dahi tedirginlik duyuyor; yana yakıla kendinden olanı arıyor. güvenlik alanımızı terketmiş, ateş çemberine adım atmışız gibi duyuyoruz böyle zamanlarda.

bu his, sınırların dışına çıkıldığında tepe noktasına ulaşıyor. genellikle, bildiğimiz yemekleri ısmarlıyoruz örneğin. bildiğimiz yerlere benzer yerlerde konaklamak istiyoruz. etrafta dilimizi konuşan birilerini arıyoruz. o alanı yeniden oluşturup, sıkı sıkı tutunuyoruz ona, bilinmeyenin ürkütücülüğünden korunmak için.

farklı gördüğümüzü, düşünmeden dışlıyoruz. gerekçe gayet basit : "bizden değil." bizden olmayan, düşmandır.

bu nedenden yeni dünyanın yerlileri, ispanyol ve portekizli koloniciler tarafından vahşice öldürüldü. sebep yine basitti; yerliler evlerde yaşamıyordu, giysileri yoktu, görünüşleri garipti ve tuhaf bir yaşam biçimleri vardı. benzer kaderi afrika ve avustralya yerlileri de paylaştılar.

yine aynı nedenden milyonlarca siyah öldürüldü ve onlara karşı farklı oldukları için duyulan öfke bugün de aynı biçimde sürüyor. 'özgürlükler ülkesi' amerika'nın alabama eyaletinde, ırklar arası evlilik yasağının kalkması, bir zamanlar uzay çağının başlayacağı öngörülen 2000 yılını buldu.

farklı topraklarda, farklı iklim ve şartlarda, binlerce yıldır varlığını sürdüren toplumların geçmişten getirdikleri, deneyimleriyle oluşmuş alışkanlıklarını yargılamak, toplumsal bencillik olmuyor mu? hangi ülke yasası ve kültürü, diğerlerini yargılamakta temel olarak görülebilir?

mülk edinmeyi yaşam amaçlarının en başına yerleştirmiş bizler, toprak sahibi olmayı ayıp kabul eden masaileri küçümseyebilir miyiz?

kızların bakire olmadığı için öldürüldüğü bir ülkede yaşıyorken bakire olarak evlenmenin yasak olduğu toplumları mı kınayacağız?

hayati olmayan farklar da var elbet. ölü gömme törenlerinden evlenme geleneklerine, yemek alışkanlıklarından jest biçimlerine...

'başka'ya; gözlerimiz, kulaklarımız sımsıkı kapalı, yanımıza önyargılarımızı alıp gittiğimizde, değişmeden döneceğimiz açık. bildiklerimizi öğrendiğimiz yerde bırakmak gerekiyor kimi zaman. tarafsız olmak mümkün değilse de çoğunlukla, gördüklerimizi başka yaşantılar, olarak izlemek, değerlerimize farklı yönden bakıp 'bir gözden geçirmek' olumlu değişime bir parça katkıda bulunabilir belki.

19 Şubat 2008 Salı

afedersiniz, zaruretten

esolu53.jpg

senin yaptığın eşekliğe sığmaz,derler; benimki sığdı.

kaybettiğim bir iddia ve ettiğim bir hatadan ötürü ellerimle yaptığım suretimi sunmayı borç bilirim :)

a...... i?

13 Şubat 2008 Çarşamba

hay aksi!

bir edebiyat dergisinde, "yazarlardan yazar adaylarına 40 öneri" başlığı altında görmüştüm o öğüdü.

kimin söylediğini hatırlamıyorum.

"aklınıza geldiği anda yazın," diyordu. "fikirlerinizi, düşündüğünüz anda not edin, sonra uçup giderler."

yalnızca fikirlerimi değil, gerekli gereksiz, her şeyi unutan biri olarak, neyse ki bu cümleyi hafızama işledim.

genellikle, yatarken, yolculukta, banyoda, yürürken, bir konuyu alıyorum, derleyip toparlıyorum, şanslıysam çözüme ulaştırıyorum. yanımda kağıt kalem olmuyor çoğunlukla. olduğu zamanlarda da ya üşengeçlikten ya yiğitliğe bok sürdüremediğimden (bunu mu aklımda tutamayacağım, canım) not almıyorum.

diyelim, not aldım. aklıma duyduğum (boşa çıkmış) güvenden mi, insan bir konuda hep aynı şeyi düşünür yanlış inancından mı, aldığım bu not (gerçi adı üstünde), gayet kısa ve öz oluyor. dün, okuduğum kitabın sayfasının boş bir yerine yazmışım mesela, "özgürlük sorunu." bugün ümitle açtım sayfayı, baktım yazdığıma... "özgürlük sorunu..." baş kaşıma, ardından "hmmm......" eh, bununla ilgili her şeyi baştan düşünmek zorunda kalacağım.

geçen gece de uyku tutmamış, bir şeyler düşünüyorum, yazı yazıyorum kafamda. beğendim de yazdığımı. tek sorun, o yazıyı, en azından ana hatlarıyla sabaha çıkarabilmek. "tamam," dedim, "bu yazıyı aklımda tutacağım." giriş cümlesini ezberlemeye çalıştım, konu için anahtar bir cümle buldum. bunları tekrarlayarak uyudum. uyandım, kahvaltıdan sonra, "yazı...," dedim. bir kelime hatırladım: "gerçek." biliyorum, önde de kısa bir cümlecik vardı. "gerçek," bir sonraki cümlenin ortasında yer alıyordu. fazla düşünmedim, bıraktım.

gece, masa tenisi oynarken, topu masaya denk getiremedim, "hay aksi," dedim. bu cümle, mekandan bağımsız olarak bir kez daha yankılandı kafamda. tekrar "hay aksi," dedim, çünkü hatırlayamadığım ilk cümlecik buydu.

döndüm baktım, uykudan önce yazısından elimde kalan; "hay aksi! gerçek!" anlam çıkarmam gerekir mi bilmiyorum.

sonra bir karar aldım: ya aklına geldiğinde yaz, ya da o yazarı dinleme.

9 Şubat 2008 Cumartesi

‘el tango de roxanne’

inip çıkan, gelip giden, oturtup karşısına anlatan, tutup yerden yere çalan, bir nefes verip sakinleşen, düşünüp yeniden sinirlenen, tutkusundan çıldıran, gece yarısı sokaklarda yağmur altında yakayı bağrı dağıtan, yumruk yumruğa dövüşen, durulan, aniden köpüren, med-cezire öykünen, isteyen, veren, şiir gibi ince, hayat kadar sert bu şarkı.

*vokalde; evan mcgregor, jacek koman

*klasik gitar ve ispanyolca konuşmada; jose feliciano

8 Şubat 2008 Cuma

‘düşüş’

camus'un düşüş'ünü okuyorum. emin değilim ama büyük olasılık, yeniden.

ayvalık'ta kaldığım o bir yıl boyunca, tanıdık torpiliyle kucak dolusu kitap alma ayrıcalığım vardı ilçe kütüphanesinden.

merak ettiğim konularla ilgili kitapları alır, odamın her köşesine dağıtır, önce zevk alarak yarattıkları manzarayı seyreder, sonra da tek tek okumaya başlardım onları.

sartre' nin adını nereden duyduğumu hatırlamıyorum. ama varoluşçuluk felsefesi ilgimi çekmiş bir şekilde.

ilk, bulantı'yı okudum. bunaltı diyen de var. kelimeler ayrı anlamlara gitse de anlatılmak istenene ters düşmüyor ikisi de.

beauvoir (pek zor söylenişi) ve camus geldi sonra.

beauvoir'in düşüncelerine saygıyla yaklaştım. onayladıklarım oldu. yaşam tarzından etkilendim. ama söyledikleri uzak mesafeden duyduğum yankı gibiydi. çoğu zaman doğrulayarak, özdeşleşmeden dinledim.

ardından camus'un 'yabancı'sıyla tanıştım. ezberlemediğim için net anımsamıyorum ama "bugün annem ölmüş," gibi bir cümleyle başlıyordu roman. ya da ilk sayfalarında benzer bir cümle geçiyordu. bu cümleyle başlayıp kitabın tamamına yayılan duygu eksikliği, fena halde etkilemişti beni.

sartre'nin bir yandan en güzel şekilde ortaya koyup bir yandan da karşı durduğu (yanlış anlaşılmalar dolayısıyla sanırım) o anlamsızlığı, tanıma dair tek kelime etmeden açıklıyordu camus. açıklıyordu demeyeyim gösteriyordu.

düşüş'ün ünlü kahramanı jean baptiste bize anlatıyor. dolaylı olarak. hayali biriyle konuşuyor ama üstümüze alınmamamız için hiçbir sebep yok.

en başta bu yüzden irkiltiyor okuyanı. bilindik bir yazar hitabı değil, camus'un kullandığı. dolaylı gibi görünse de söylenenler, oturuşunu bir düzeltiyor jean baptiste'nin dinleyeni.

ve olabildiğince cüretkar. konuşmayı seviyor. üstelik çekincesiz. ne zaman yabancı birini görse kanı kaynıyor. bizi görmediğini sanmak yanılgımız. rahatsız etmekten, sarsmaktan, dile getirilmeyenleri söylemekten çekinmiyor. kibar da. biraz fethettikten, dikkatli adımlardan sonra giriyor alanımıza.

zor bir anlatım tarzı seçmiş camus. nabzı kolaylıkla düşebilecek bir konuşmada heyecanı yüksek tutmuş. "bana mı," sorusunu sordurmuş, kitaptan kafamızı kaldırıp sağa sola bakınmamıza neden olmuş.

henüz onaltıncı sayfadayım. bitirdiğimde daha ayrıntılı yazarım. şimdilik çağrışımları ve düşündürdükleri bunlar, düşüş'ün.

liste

şehirden uzakta çalışmanın dezavantajları olduğu kadar avantajları da var.

yalıtılmışlığın verdiği stresi azaltmak için ya da yalnızca böylesi daha pratik olduğundan şehirde yaşasanız elde edemeyeceğiniz imkanlar sunuluyor burada kalanlara.

kirli çamaşırlarınızın evden alınıp temiz ve ütülü olarak iadesi gibi, isterseniz temizlikten muaf olmak gibi, verdiğiniz ihtiyaç listesindekilerin, üstelik de 5 kuruş ödemeden kapıya getirilmesi gibi.

bu şımartan hizmetlerden sorumlu kadınlar var. bazen gelip bir şey isteyip istemediğinizi soruyorlar, bazen onları arayıp bulup isteklerinizi söylüyorsunuz. bir-iki kelime dışında türkçe sözcük bilmiyorlar. fakat bunun zorluklarını yaşadıklarını görmedim. rahatça, anlaşılıp anlaşılmadıklarını önemsemeden rusça konuşuyorlar.

önce bocaladım. onlar konuştukça ben boş boş bakıyor, ben boş boş baktıkça onlar anlatmaya devam ediyor; diyalog, kendimi aptal gibi hissetmemle sonlanıyordu.

sonra alıştım. baktım ki onlar rusça konuşmaya devam ediyor (ki ellerinden gelen de buydu), ben de kaldığım yerden türkçe konuşmaya devam edeyim, dedim. üstelik sanki böyle birbirimizi daha anlar olduk.

- kalaysın?

- iyiyim iyiyim, sen kalaysın?

- .............................. (n'olsun, iyilik sağlık, anlamına gelen bir şey sanıyorum)

- oh oh allah iyilik versin.

- ....................................(sana da, kal sağlıcakla, tahminen)

biz anlaşmaya başladık ama arada karışıklıklar, yanlış anlaşmalar olmuyor değil.

yaklaşık bir hafta önce içlerinden birine yemekhaneden istediklerimin listesini verdim. içlerinden birine diyorum, çünkü isimlerini aklımda tutamadım. R deyip özelleştireyim söz konusu kişiyi.

listeyi verdim. "ısmayıl?" dedi. "ısmayıl," deyip onayladım.

iki saat sonra kapı çaldı. açtım. girdi. bir şeyler söylüyor. uzun uzun anlatıyor daha doğrusu. tabi tek kelime anlamıyorum. söylediğim gibi, o rahat. ben ifademi sürekli değiştirerek kafasını karıştırıyorum. arada anlatmasını teşvik edici ünlemler kullanıyorum, arada "anlamıyorum," diyorum. bunu da o anlamıyor.

o günlerde yoğun bir şekilde okuyup yazıyorum. görüş alanındaki masa, kitap defter dolu. rusça sözlüğü alıp sayfalarını anlamsızca çevirmeye başladığımda, çökmüş yüz ifademi de görüp anlamadığımı anladığında, gülümseyerek masayı işaret etti. ben de "evet, yazıyorum," dedim, yüksek sesle ve tane tane. içimden de geçirdim : " vay be, sosyalizme bak, sosyal statü, gelir düzeyi demeden nasıl da kaynaştırmış insanları sanat sevgisinde. helal olsun. yıkılalı kaç sene geçmiş, o bilinç değişmemiş, heyt!" ...derken yazma işareti yaptı R, sonra da "liste," dedi. ve düştüğünü belirten bir el hareketi daha yaptı. (el bilinci kültür farkı tanımıyor) "haaa," dedim tuz buz halde, "listeyi düşürdüün." "da da ," dedi, nihayet, anlamında. hemen bir liste daha yaptım, aklımda kaldığı kadarıyla.

sonra oturdum, sosyalizme inancımı tamir için bir yazı yazdım.

5 Şubat 2008 Salı

mıknatıs etkisi

biriyle kısa süreliğine ilişkiyi bozmanın iyi bir yanı var.

gündelik yaşamda ortaya dökülmeyenin; ayrı kalmanın yoğunluğu, yeniden ve şiddetle kavuşmanın yakınlığıyla dile getirilmesi.

o zaman, yanyana sakince ilerlerken aniden uzaklaşıyor, daha büyük bir hızla yeniden birleşiyorsun. birleşmenin coşkusu yakınlık duygusunu arttırıyor; kaynaşmaya doğru ilerliyor.

havadan sudan

o gün yazı yazamayacağımı daha masa başına oturmadan anlıyorum. biliyorum ki ne kadar zorlasam da kendime beğendireceğim bir cümle bile kuramayacağım.

aynı şeyi, resim düşündüğüm zamanlarda da yaşıyorum. diretip çiziktirdiğimde (ki genelde dikkate almam o olumsuz sezgiyi) ortaya çıkamayana bakıp dişlerimi gıcırdatıp nasıl uydurduğuma hayret ettiğim küfürler düzerim kendime.

bu sonucu da en baştan bilirim zaten. bile bile de yazmaya çizmeye soyunurum. "hadi bakalım, belki bu sefer," diyerek.

bazen de tam tersi... son derece özenli bir şekilde yayılmışken derim ki, "ulen şimdi yazsam ne güzel yazarım." deyip yapmışlığımda da hoşnut noktalarım yazı ya da resimle ilişkimi.

bu her ne kadar keyfiyetçilik gibi görünse de (keyfiyetçiyim, o ayrı), olmadı mı olmuyor işte. hem yalnızca içindekini dökmek, gerçekliğe büründürmek konusunda değil, 'yaşamak'ta da böyle.

bazen aptal gibi hissediyoruz. kendimize güvenimiz eksi değerleri gösteriyor. kafamız karışıyor, elimiz ayağımız dolaşıyor. bazen sadece is-te-mi-yo-ruz. performansımız taşikardi ritim tablosunu (var mı öyle bir şey?) aratmıyor.

kimi zaman paçalarımızdan taşan zeka ırmağını zaptedemezken, kimi zaman son derece farkında olduğumuz alık suratımıza bir hin gülüş yerleştiremiyoruz.

"havamda değilim," cümlesi şımarıklık tezahürü olarak algılansa da, çoğu kez en temel gerekçelerden biri o şeyi yapmamak için.

o halde dileyelim ki doğru zamanlarda havamızda olalım. bir de 'havaya girmek,' 'kendini havaya sokmak' var ki, zorda kaldığımızda can simidi niyetine kullanalım :)

2 Şubat 2008 Cumartesi

yalnızlık ömür boyu

beğenilerimizin, bakış açımızın çok benzeştiği insanlarla aynı filmi de izlesek, aynı kitabı okuyup aynı olaylara da tanık olsak, gördüklerimizin bizde yarattığı etki başka başka.

seviniyoruz, gurur duyuyoruz, kırılıyoruz, acı çekiyoruz. hiçbirimize yabancı değil bu duygular. bir başkası hissettiğinde anladığımızı var sayıyoruz. aslında çok dışındayız, karşımızdakinde olup bitenin. yalnızca, deneyimlerimizden yola çıkarak, geçmişteki 'kendi' duygularımızı çekip getiriyoruz o ana.

herkes, tecrübeleri, yaşamın ona sundukları kadar ve onlarla birlikte kederleniyor, coşuyor, seviyor, öfkeleniyor. her birimiz, evrensel duyguların özel biçimlerini taşıyoruz.

'seni anlıyorum,' iyi niyetli bir yalan olmaktan öteye gidemiyor. ne yazık...

çok başka insanlarla karşılaşmışız, farklı evlerde büyümüş, farklı kimselerce büyütülmüşüz. okuduklarımız, izlediklerimiz ayrı, başka şehirlerde, başka şekillerde alışmaya çalışmışız yaşama. birbirimizi nasıl anlayabiliriz?

anlamaya çalışmaktansa anlayış gösterse insanlar, emin değilim ama, dünya daha iyi bir yer olabilirdi.

kafes

kurallarımız var. tercihlerimiz... 'bize göre' doğru olanlar ve yanlışlar. seçiyoruz. eliyoruz. istiyoruz, reddediyoruz. onaylayıp karşı duruyoruz. ayıplıyoruz, alkışlıyoruz. bir bakışımız var; değerlendirip terazinin şu ya da bu kefesine koyuyoruz.

o iki yan, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, eskiden de oradaydılar. içindekilerle birlikte, çoktan sınıflandırılmış olarak.

kapitalizm, deyip geçmeyeceğim elbette. çok zaman önce etiketlenmişti kavramlar, siyah ve beyaz olarak. birilerinin elinde 'mal-mülk' olmaya başlayalı, onlar 'malını mülkünü' kaybetmekten korkmaya başlayalı beri. değişmez olarak sundukları o değerler, sürgidiyor o günden bugüne.

terazinin iki kefesine de yeniden dönüp bir bakmak gerek; yer değiştirecekler olabilir.

raylar üzerinde avrupa

turgay fişekçi'nin 'raylar üzerinde avrupa', kitabı, 2000'de yapılan literaturexpress (edebiyat treni) gezisini anlatıyor. 46 günde 22 kente gidiyorlar; kitapta bunların 17'si yer alıyor.

107 yazarın ufak portreleri, eski doğu bloku ülkelerinin batıyla birleşme sancıları, yaşadıkları sıkıntılar, ünlü yazar ve bestecilerin dünden bugüne korunmuş evleri, müzeler, ülke insanlarının yapısı, bordeaux' daki şarap çiftlikleri, iki ayrı yüzüyle berlin, avrupa'daki amerikan etkileri gibi bir çok konuyu kişisel bakış açısıyla sunuyor turgay fişekçi.

geziye, kendisinin dışında, türkiye'den, aslı erdoğan ve mahir öztaş da katılmış.

avrupa ülkelerini ana hatlarıyla tanımak açısından okunası bir kitap.

adam yayınlarından çıkmış.

1 Şubat 2008 Cuma

peşrev

"her şeyin ilki zordur," desem, yanlış bir genelleme yapmış olmam sanırım. daha önce tecrübe edilmemiş olana atılacak ilk adım, tedirginliği de peşisıra sürükler. bilinmeyenin korkusu ile acemilik kaygısı, eli ayağı dolaştırır; insan, olduğundan da eksilir böylece.

fazla uzatmayayım, ilk yazımı yazıyorum bloga. dolayısıyla ayrı bir süzgeçten daha geçiyor, diyeceklerim de ifadem de. on düşünüp bir yazıyorum. çok değil, iki-üç yazı sonra olduğuma geleceğim; şimdisi ilk adım sıkıntısı.