30 Kasım 2009 Pazartesi

‘korkuyu beklerken’

degmesin

dört gündür elimde bazen fırça bazen kalem, salondaki dikdörtgen, yüzeyi soyulmuş, nice muhabbetlere tanıklık etmiş, eski birahane masasında bir şeyler çiziyorum. hem çok keyifli hem çok sancılı.
aklımdaki tarzı yakalamam ve tasarladıklarımı o tarzda anlatmam gerek. işte bazen yetenek, hayalgücünden birkaç sokak geride oturuyor.

bu konuyla, şimdilik, umutsuz boğuşmanın dışında çok şey olmasa da, 'kitab-ül hiyel' bitmek üzere. kardeşimle mükellef bir kahvaltı, arkadaşlarla bol muhabbetli güzel bir bira gecesi...

bunların dışında yaptıklarımın sesi cılız. konuşmak istemezler.
iyi ki hayat şimdi olduğum kadar sıkıcı değil.

27 Kasım 2009 Cuma

denizaltı

radyo 3'te çalan şarkılar da çok keyif vermiyor bu gece. güneşten biraz uzak, kuytudayım. çabucak, belki yarın geçer, biliyorum. elim kumla dolu, hop yukarıdayım.

24 Kasım 2009 Salı

sevgiliye yeniden

senden uzaktayken kuru ekmek gibi kalıyor kelimeler; neredeyse daha dün, şölen sofrası şuracıktaydı halbuki.

22 Kasım 2009 Pazar

su çürüdü*

şiir sınırlarına girdi mi öyle kolay çıkamıyor insan.
bir zaman ayvalık'ın yerel radyosunda çalışmıştım. geceleri annemlerin rakısından çalıp, içine musluk suyu katıp,  mum ışığında şiir yazan bir çocuktum. bir çok türk genci gibi...
nasıl oldu, önüm açıldı, "gel, radyoda şiir programı yap," dediler. kütüphanede ne kadar şiir kitabı varsa toplayıp odama yığdım, hepsindeki şiirleri tek tek okudum. bir defterim vardı, beyaz kaplı, eski bir ajanda. beğendiklerimi ona yazdım.

edip cansever'i o zaman tanıdım. masaya ne zaman yüklensem, içimden şöyle bir geçer : "masa da masaymış ha!"
özdemir asaf, deyince 'mum aleviyle oynayan kedinin öyküsü' : "mum ellerimi tırmalıyor, belleğimi yakıyor kedinin elleri" gelir aklıma.
can yücel öncesinin, metin altıok yine o dönemin.
attila ilhan'ı kim ne derse dersin, yükseğe yerleştirmem yine o dönemden.
ama su altından aheste giden bir şairi keşfetmem var ki, o radyoya bu sebepten ne kadar teşekkür etsem az.

işte ondan :

"...yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. o yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta. geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen..."  "...kıllı, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım. soyumun neye benzediğini unuttum. 'insana benziyorlardı' diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun halkasında insanlık..."

"çocuksun sen..."  "... ve bu dünya sana göre değil..."

link vermeyi denedim olmadı. malum... dolaylı yutuba 'su çürüdü' ve 'çocuksun sen' yazarsanız misler gibi dinlersiniz.

*ahmet telli

*anadolu

nasıl geldi bilmem. kitabını hatmettiğim yıllar öncesinden. hem kendime hem ona söyleyip duruyorum kaç gündür. dilimde dönen, ezberimden, sekiz, dokuz, on, onbirinci dizeler... dayan...

...Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?

* ahmed arif

21 Kasım 2009 Cumartesi

ihsan abi

roll almalı ay bitmeden. express de.
'kıskanmak' izlenmeli.
'masumiyet' i çok sevmiştim. sevmek az. 'paramparça aşklar ve köpekler', 'duvara karşı' ve 'bure baruta' gibi, içimde haritasını hala çıkaramadığım o yerleri ince ince yoklamıştı. en derin çalışanı 'bure baruta' idi.

'yazgı' yı "nee 'yabancı' dan mı esinlenmiş," diyerek ama bir adım geride durarak izledim. kitabı çok sevdiğim için, daha önce gördüğüm kitap görselleştirmelerinden "en büüyük, saman kağıttaki harfler (ritim tutmaz slogan)" diyerek çıktığım için...
'yabancı' yı duyunca ister istemez şey oluyor insan: hani mesela sizin takımda şahane bir ihsan abi var. ve mesela onun volesi dillere destan. siz de bi özel seversiniz onu. bir gün duyarsınız, hadi o da aynı takımdan olsun-demirkubuz'u karşı takıma geçirmeyelim şimdi-, necmi de süper vole vuruyor. duyarsınız da inanmazsınız, "hadi canım, bizim necmi mi?"
kimse ihsan abi gibi olamaz çünkü. en iyisi odur, o bi'tanedir.  gibi...
tabi demirkubuz kitap yazmadı, o basket oynuyor.

'bornova bornova' ya da gitmeli . şuranın güzelim açık hava sineması kapanmayaydı da rüzgarı solumuza alıp yaşadığımız mekanı onun tam ortasında beyazperdeden izleyeydik.

bu bilinçakışı bornova'dan çocukluğun yazlık sinemalarına sıçrar; kimse tutmazsa ver elini 'yaz sinemaları', oradan 'solino' uçar gider. kendi kendime tabi.

not: o süper voleciye hiç düşünmeden ihsan abi dememin bugün bitirdiğim 'amat' la en yakından ilişkisi varmış . hey gidi sevgili zihin...

19 Kasım 2009 Perşembe

nostaljik yazı

nostradamus

ne zamandır skol içmiyordum. nostalji...
'misunderstood' dinlemeyeli yıllar var, nostalji iki.
geçen gün düştüm bir güzel. dizlerde yara : acılı nostalji. ama şimdi geçti.
bu üç şey art arda gelince aklıma, düşünmeye başlıyorum : "başka, başka?"
çok karışık listede 'my way' çalmaya başladı. şarkının kendisi nostaljik ama konuyla ilgisi yok.
ı ıh, bulamadım.

18 Kasım 2009 Çarşamba

pencere

balon

hatay'da bir evin penceresinden dışarıyı izleyen, gözleri çok uzaklarda yaşlı bir adam...  neyse ki oturduğu sandalyenin yanındaki masada bir demet çiçek var. beyaz kasımpatları... otobüs camının ardından ona bakarken aklıma çok sevdiğim bu fotoğraf geldi. neden hala aklımdan çıkmayan o dalgın ve uzak yüzün yanına bu fotoğrafı koydu zihnim bilmiyorum.
en uzak iki ucun aslında çemberin birleşim noktaları olduğunu keşfettiği ve yahut ihtiyarlıkla çocukluk arasındaki gizli geçidi sezdiğinden mi?

kendi kendime aklımda soru işaretlerini çoğaltırken unutmayayım: bu özel fotoğrafın sahibi milou.

16 Kasım 2009 Pazartesi

eve dönen punky

otobüste iki sıra önümde oturuyor. yüzünü görebiliyorum. koltuklarımız ters yönlere bakıyor.
yanı boş. otobüs kalabalıktı. bunu şimdi farkediyorum. yaklaşmayı mı istemediler?
o rahatsız değil. insanlar yokmuş gibi davranıyor. umursamazlık desem değil, o da bir tavır olabilir yeri geldiğinde. kapılarını kapatmış gibi daha çok. sanki bu çağ, bu zaman, bu hayat kendini ilgilendirmiyormuş gibi.

gelişigüzel kesilmiş kahkülleri burun kemiğine kadar iniyor. ellerini battaniyenin altına sokar gibi kahküllerinin altına sokup gözlerini ovuşturmaya başlıyor. kısa molalarla on dakika kadar sürdü bu. arada ellerine bakıyor. işaret parmaklarının üstündeki siyahlığı görebiliyorum.

paralel koltuğundaki kadın, arkadaşına bir şeyler söylüyor onu gösterip. kınamayla alay etme arasına konumlanıyorlar. onlara gözlerimi kaçırmadan bakıyorum.

şimdi gözlerinin altındaki boyayı temizliyor. başını yana eğip mohawk saçlarını çekiştiriyor sonra. elleriyle tarıyor tarıyor. bir süre sonra şefkatle saçlarını okşuyormuş gibi geliyor bana. ifadesi öyle duru ki... sanki içindeki bütün parçalarla el sıkışmış.

gözgöze geliyoruz, kaçırıyorum bakışlarımı. bir an geçmeden dönüp gülümsüyorum.

saçlarını kontrol ediyor. hizaya girmeyenleri bastırarak kapşonunu takıyor. kalkıp kırmızı düğmeye basıyor. ayakkabısının bağcıkları peşinde.

oradan  vivienne westwood'a gidiyorum. ezbere bildiğimden değil elbet, bir haftadır onun peşinde gezdiğimden:
"...onun giysilerini giymek için cesur olmanız gerekir. sokakta yürürken dikkatleri üzerinize çekeceksiniz. bu, tepkileri davet eden bir güç gösterisidir. giysiler fikirleri sözlerden genellikle daha iyi anlatabilir. bir kitap, poster ya da broşür kadar yıkıcı bir silah olabilir. otobüste yanınızda 'anarchy in the U.K.'  tişörtü ile yanınızda oturan biri sizi anında rahatsız eder."

ben mi? sex pistols'ı severim ama dinlemem. westwood'u izleyip giysilerini giymeyi düşünmediğim gibi...

14 Kasım 2009 Cumartesi

tam yol

ates

eskiden nasıl keskin cümleler kurardım. şimdi her dediğimin sonunda "acaba?"
zihnim mide bulandıran çekimler gibi konuya bir o yandan bir bu yandan, çok yönlü ama kararsız yaklaşıyor.
küçükken, büyüyünce, yaşamın, gözlerin bozukmuş da doğru numarayı takmışsın gibi netleşeceğini düşünürdüm oysa...

işin kötüsü hayat, bir yere demir atınca kolay.
olsun, dalgalı deniz kuytu limana yeğdir her zaman.
madem ki yol almak kaçınılmaz...

12 Kasım 2009 Perşembe

şiirsel

kardeşimin bana söylediği, çok sevdiğim :

"Biz iki serseriyiz bu yeryüzünde
Kibar konakları bizim harcımız değil, biliyorsun
Ne güne duruyor balıkçı meyhaneleri, kötü evler
Bizi karanlıklara götüren ayaklarımız değil, biliyorsun

Biz oldum olası böyle sarhoş, böyle umursamaz
Bu ilk saltanatımız değil, biliyorsun
Yasamak bir siyah mermerdir işlediğimiz
İçimiz serseri bizim, adımız değil, biliyorsun

Biz seninle açık saçık şarkılar severiz
Duyduğun bu şarkı bizim şarkımız değil, biliyorsun
Kim yaratmış onca güzel bu siyah mermerleri
O tanrı bizim tanrımız değil, biliyorsun..."

ümit yaşar oğuzcan

müslüm’den

"bana bakıp bakıp acıma öyle
dolaşıp bir başıma geziyorsam başıboş
bu benim kendi itliğim
resminin de hesabını gördüm o gün
sana beddua ettiğimi de nereden çıkardın
sana duam tutmaz ki bedduam tutsun
bundan sonra dünya güzeli kulağıma aşk dese ben derim, hoşt!"

bu senin en yakınına söylediğin şey.

9 Kasım 2009 Pazartesi

listele şaban

yapılacak bir işim olmayıp boş kaldığımda varoluş sancısını fiziksel bir acı kadar yoğun hissettiğimden sürekli 'bir şeyler' yapma ihtiyacındayım.

üstüne üstlük çok hareketliyim, erken kalkarım, kolay kolay oturmam, gören çok meşgul olduğumu sanır. ama aslında pek de 'bir şey' yapmam, anlamsız bir devinim içinde gelip geçer günlerim.

ortaokuldayken basketbolun b'sinden anlamadığım halde neden bilmem takım seçmelerine katılmıştım. elim bir kere bile topa değmemişti, ama öyle çok koşturmuştum ki "bu çocukta gizli bir cevher var herhalde," deyip almışlardı beni takıma.
üniversitede tekniğim iyi değilken sanırım yine bu yüzden, voleybol takımının asil oyuncusu olmuştum.

vaziyet genelde de böyle.

enerji ve istek içimde durmaksızın dolaşırken dışarı tatmin edici bir şekilde çıkamadıklarında hırpalayıcı oluyorlar.
işte bu yüzden her zaman 'bir şeyler' yapmalıyım.
seçenekleri sıralayıp plan yapamayacak kadar aklı dağınık biri olduğumdan, bu durum gitgide bıktırıcı bir hal aldığından bir çözüm bulmak zorunda hissettim kendimi. buldum da...

büyük bir boş kağıt ve kalem aldım önüme. yapmak istediğim, zorunda olduğum ne varsa hepsini sıraladım. uzun vade kısa vade, zor kolay, hiçbir ayrım yapmadan.
bir tane daha boş kağıt aldım, yukarıdan aşağı altı çizgi çektim, en üste haftanın günlerini yazdım. sınırlarımı bilerek, hayale kapılmadan her gün kahvaltı sonrası çay sigara aralığında o gün yapacaklarımı yazdım listeye.

baktım, söz dinleyen uslu çocuk gibi yerine getiriyorum yapılacakları. günlerimi "ne yapayım," diye düşünmekle geçirmiyorum. sanki o sadece bir liste değil  kutsal kitap;  ben de tüm kalbiyle inanan bir dindar.

velhasıl her daim çekirge olan bana iyi geldi uydurduğum bu hayali sensei.

8 Kasım 2009 Pazar

cevabı dostum, rüzgarda bunun

anlar, günler üst üste.
yolculuklar, güzel koşuşturmalar... hızım, yaşamın hızına yakın akıyor.

yorgunluktan ölüyorum. bugün bu ayda tam yarım saat sonra doğacağım, belki o yüzden.

güzel kitaplar okuyorum, anlatacağım.
yolculukları da... gördüklerimi ve düşündüklerimi de. yazmaya değer olup olmadıklarını, benim haklarını verip veremeyeceğimi ölçerek.

şimdi en iyisi beni geceyle bütünleştirecek tek bir şarkı dinleyip uyumak.
madem birkaç gündür annemlerin yanındaydım, çocukluğuma gidip gidip geldim, oradan bir şarkı olsun.
geceleri babamla birbirimize müzik dinleterek geçirdik, ikimizin de sevdiği bir şarkı olsun.

o zamanlardan, en çok dinleyip bana dinlettiklerinden, joan baez. ondan 'blowin' in the wind.'
bilgesu erenus'un 'cevabı dostum, rüzgarda bunun.' türkçesi. bu da o günlerden.

şimdi gecenin içine kapanmış hücrelerini bu şarkıyla canlandırmanın vakti. tabi sonra uyumanın.

4 Kasım 2009 Çarşamba

kısa

kısa film severler buraya. bir gün gecikmeli de olsa...

şimdi sayfaya tekrar bakınca farkettim, prag'da durup dinlenmeden kuklalarına hayat veren özlem akın'ın da animasyonu yer alıyormuş festivalde.

2 Kasım 2009 Pazartesi

telefon edebilir miyim?

a-bout-de-souffle

izlemeyi yıllardır istiyordum.
sinema tarihindeki yeri büyük, siyah beyaz, jean-paul belmondo, jean seberg... türkçe adı çok güzel her şeyden önce : 'serseri aşıklar'.

ışığı söndürdüm, bir fincan kahveyle birlikte başladım izlemeye.
paris sokakları, eski fotoğraf makineleri, arabalar, jean seberg'in gamzesi, duvardaki posterler, bogart belmondo, 'police inspector', otel odası, aşk korkusu...
filme dair yıllar sonra da hatırlayacağım görüntü, belmondo'nun sigara içişi. bir de casablanca afişindeki bogart'la sessiz konuşması.

dün "sinemaya gideyim," dedim. 'this is it' için uygun gün pazar değildi. desem'in programına baktım: chuck palahniuk-tıkanma. 16:45. tamam. "hadi bir de tiyatroların programına göz atayım." karşıyaka'da woody allen'in yazdığı 'bir daha çal sam' oynuyor.
film beş kasım'a kadar devam ediyor, oyununsa son günü.
fikrimi değiştirdim, alelacele hazırlandım, çünkü oyun ikide başlıyordu, beş kala tiyatronun kapısındaydım.
içeri girdim. perdede casablanca'nın son sahnesi. oyun başladı; biraz sonra şapkası ve sigarasıyla humphrey bogart. aşk ilişkilerinde sürekli başarısız olan kahramanımıza yol göstermek amacıyla orada.

oyunu çok sevdiğimi söyleyemem. bir kere, sakar ve işleri berbat eden adam rolünde gözleri woody allen'i arıyor insanın. nedense başkasına yakışmıyor, ondaki gibi sevimli durmuyor yarattığı tip.
yine de güldüm epey. en önemlisi iki gün üst üste aldığım davetten sonra casablanca'yı yeniden izlemeye karar verdim.  bir nedeni vardır belki bu çağrının.

balans

ipte yürüyen bir cambaz  gibiyim bu akşam.
ne dışarıdan bir rüzgar, ne içeriden bir korku...
mükemmel denge...