21 Şubat 2008 Perşembe

senden benden bizden

14 yıldır günlük tutuyorum.

onca zaman, ısrarla yazmamın iki nedeni var. ilki, yaşamımın kaydını tutmak. nerede, ne zaman, ne hissettiğimi anımsamak.

ikinci neden daha önemli, hayati : kendimi bilmeyi istemek. içimde dolaşmak, tanımlarla toparlamak, parçalardan anlamlı bir bütün oluşturmak çabası.

yazarak bir heykel yaratmayı istedim. somut, elle tutulur, apaçık, bir 'madde'. bilincimle zaptedeceğim, nerede ne yapacağını kesin olarak bilebileceğim bir töz.

söyleşilerde, sorulara net yanıtlar verenlere hayret ettim bu yüzden. tereddütsüz görünen o cümleleri nasıl artarda sıralıyorlardı, gelecek üzerine nasıl bu kadar olasılıksız konuşuyorlardı, her şeyden, en çok da kendilerinden nasıl böylesine eminlerdi?

'bir şey' olma umudumu 2 yıl öncesine kadar sürdürdüm. insanoğlunun karate filmlerinden "hiyayt!" diye çıkan sınıfına dahil olduğumdan, bu 'bir şey' kısa zaman aralıklarıyla değişiyor, haliyle beni yoruyordu.

hele, kendini bir yere oturtma çabasının doruk noktasına vardığı ergenlik döneminde, değme artistlere taş çıkartıp bir gün o, bir gün bu, oluyor; böylece, ruhumu soruların ağırlığından bir süreliğine kurtarıyordum.

kabuğumdan çıkıp başkalarını görmeye başladığımda, bunun, evrensel bir sorunun benim cephemdeki hali olduğunu farkettim.

kimileri, varoluşsal sorunun önemli parçasını kısa yoldan çözmüştü.

sorunu aklına bile getirmeyerek, önceden şekillenmişten bir kalıp da kendine alarak, dahil olarak, adayarak, vazgeçerek...

bazıları kafa yormaya devam ediyordu.

belirsizlik ve kararsızlık, en kötü saydığımız duygulardan bile daha fazla huzursuzluk, uykusuzluk, eminsizlik ve güven eksikliği yaratıyor sanırım. bir yere yerleşemediğimiz için tedirginlikle dolanıp duruyoruz.

2 yıl önce her şeyi kabullenmeye karar verdim.

iyi biri miydim, kötü mü? omzumdakilerin ikisiyle de iyi anlaşıyordum.

güçlü müydüm zayıf mı? bazen, dünya üstüme düşmüş gibi hissediyordum, bazen dünyayı ellerimde taşıyacak gibi.

dışa mı dönüktüm, içe mi kapalı? günlerce ağzımı açmak istemediğim de oluyordu, herkese her şeyimi anlatacak kadar konuşma isteği duyduğum da.

kesinliğin verdiği güven duygusu apayrı. kontrolün bizde olmasının yarattığı rahatlık... şeyleri, aynı kategorideki benzerlerinin yer aldığı raflara dizmeyi seviyoruz. sınıflandıramadığımız, huzursuzluk yaratıyor. hele ki bu, kendimizde yerini bulamadıklarımızsa.

bazen düğümleri çözüp, olan biteni uzaktan izlemek gerek belki de. zamanın ve hayatın, düşüncelerimizden hızlı olduğunu anlayıp, kolayca kılık değiştirebilmek... kusurların, görünenin, olmuş olanın, değiştiremeyeceğimizi farkettiğimiz kısımlarını kabullenmek...

bütün bunları yeniden düşünme nedenim, rastlantıyla okuduğum, paul auster' in sözleriydi:

"bence kimlik dediğimiz, sabitlenebilecek bir şey değildir. bir insan ya da karakter -adına ne dersek diyelim- bir tayf gibidir: renkli bir tayf... ya da içinde bir sürü nota bulunan bir klavye. hemen her zaman değişiriz. düşüncelerimiz, tavırlarımız, içinde kendimizi bulduğumuz koşullar. değişiriz. atlamalar yaparız. bu arada kendimizi ve kim olduğumuzu anlamaya çalışırız. ama asla tam manasıyla kim olduğumuzu bulamayız. bu ne zamana kadar sürer? bir kriz anı... beklenmedik gelişmeler... aniden baş gösteren sıkıntılar. bu nokta bana çok ilginç geliyor. işte tam bu nokta. gerçek bir sıkıntıyla yüzleşme anı.
kendiniz... bilemezsiniz. hiçbir zaman bilmezsiniz gerçekten kim olduğunuzu. bu her zaman bana müthiş bir fikir olarak gelmiştir."

0 yorum:

Yorum Gönder