8 Mayıs 2010 Cumartesi

bir kobi hikayesi - 2

ikinci günün sonunda biri geldi, dedi : "deli misiniz siz bu tişörtleri yerde satıyorsunuz. ben ne zamandır böyle şeyler arıyorum."
sofra bezini topladık, dükkanına gittik. sonra o boş tişört verdi, ben çizdim. ev penye ev oldu.
bu böyle böyle, kesintilerle beş yıla yakın sürdü. ben kazakistan'a gittim, arada oraya götürdüm, orada çizdim.
bir ara zagreb'e yerleşip orada tişörtlerin satılabileceği bir yer açmayı düşündük. paramız kısıtlıydı, boş dükkan bulamadık. o öyle kaldı. (bu düşünce, kazakistan'a karşı bağımsızlığımızı ilan etmek için büyüyüp serpilmişti, dediğim gibi olmadı)
ayvalık'a geldikten sonra buradaki eski arkadaşlarla konuşurken cunda'da bir yer kiralama fikri atıldı ortaya. derken gelişti bu fikir, ardından araştırmalar, olabilirlikler olmazlardan baskın çıkmaya başladı. en zoru, benim panik halinde olduğum dönem buydu herhalde. "ne yapacağız, nasıl?"
bir yer bulundu. "bizim mi şimdi?" derken her şey kolaylıkla, çorap söküğü ve tereyağından kıl çeker gibi teker teker rayına oturdu.
bu yer cunda'daki kapalı çarşımsının içinde. baraka gibi, yarısı kulübe, yarısı tezgah gibi... bizim için dükkan, hatta mağaza gibi.
şimdi bu yer tutuldu da, e ne yapacağız? bir kısım hediyelik. o kısım benimle ilgili değil. ben giysiciyim. çocukken perdeleri kesip elbise dikmesem de annemin güzelim kumaşlarını bebeklere alet ettiğim olmuştur.
akabinde izmir'e gidilir. yeşilova'da kumaşçı aranır, çok şahane bir tane bulunur. onlar yüklenilip eve. öncesinde kalıplar çıkarılmıştır. hiç de anlamazdım ama başardım. kumaşlar kesilir. ayvalık'ın terzileri dolaşılıp penye makinesi olan tek terzi bulunup anlaşılır. ben kes, o dik. tişörtlerden sonra elbiseye dikey geçiş. karmaşık, fırfırlı, çok parçalı giysiler için overlok alınır. o karmaşıkları ben dikeyim. sonra o terziden gelenlere tek tek resim yap, ütüle. gül, yorul, öfle, sevin.
derken 23 nisan geldi. ayvalık'tan cunda'ya yol alıyoruz. diyorum, "bu üç günden bir şey beklemeyelim. olmazsa olmaz. hem daha sezon başlamadı." acayip korkuyorum yani.
dükkanı da bir gün önceden pırıl yapmışız. gittik, hep birlik dizdik hediyelikleri, dikili boyalı kumaşları. tabi yine öyle utanma halleri. önceden de hep derdim : "ben kimseye bir şey satamam." ayıp mı gelirdi ne... çünkü bu işin yüzde doksanının numara yapmak olduğunu hepimiz biliyoruz. hatta şu 19.99 lar filan fiyatta. bir de mağazalarda çalışanların "hanım, bey" diye hitabetmeleri birbirlerine... eğreti duruyor. saygının sahtesi sevginin cicimli sahtesi kadar kötü.
anlattığım kaçıp gitmişken şimdilik bırakalım onu canının istediğini yaşasın. yarın yine gelir nasılsa.

2 yorum:

lillian dedi ki...

nasıl koştur koştur olmu yazı, feci yansıtmış gerçeği bebişim :)

janus dedi ki...

iki arada bir derede özet halinde :)

Yorum Gönder