14 Aralık 2009 Pazartesi

17.50′ye aşk

amsterdam

ikiçeşmelik yokuşunu tırmanırken vitrin mankeni satan dükkanları gördüğümde aklıma geldi, onların üretildiği bir atölyede çalışmıştım bir ara. birkaç günlük bir ara...

atölye karabağlar'da, oto tamirhanelerini geçince hemen solda. uzun süredir manken yüzlerini boyayan kız işi bırakmış, onun yerine birini arıyorlar. görüştüğüm kişi atölye içindeki bürosunda piranha besliyor. iki duvar boydan boya, yukarıdan aşağıya akvaryum. balıkların dişleri, liflerine ayrılmış yüzen et parçaları... filmi de izlemişim...
dışarıdan gelip odayı dolduran sentetik boya ve tiner kokusu... hafif başım döner gibi oluyor.

ertesi gün işe başladım. elimde boya tabancası, gözlere nasıl parlaklık verilir, dudak sınırları nasıl kusursuz belirlenir, yanaklar nasıl hafifçe pembeleştirilir, onlar öğrettiler, ben çalıştım.
gece burnumda boya, tiner kokusu...
ikinci gün biri daha geldi yanıma. biraz içine kapalı, nazik, iyi biri olduğu her halinden belli bir kadın. benden büyük. beraber çalışmaya başladık. öğrendiğim iki kuruş şeyi ona da öğretmeye çalışıyorum. bir yandan konuşuyoruz, yeni tanışma konuşmaları... sonra gitgide daha bir rahatladık. arada kontrolsüz gülüyoruz. derken gözümüzde yaşlar, saçma sapan şeylere gülmekten neredeyse yerlerde yuvarlanır bulduk kendimizi.

dört gün daha çalıştık onunla. eşinden yeni ayrılmıştı, bir çocuğu vardı. anne babasıyla yaşamak zor geliyordu. paraya çok ihtiyacı vardı.
benim derdim para değildi. olmalıydı aslında çünkü beş parasızdım. gazetede ilanını gördüğüm anda orayı aramamın nedeni bukowski'nin bir öyküsüydü.
bir vitrin mankenine aşık olmak ya da tek arkadaş olarak onu seçmek yalnızlık çizgisinin en uç noktasıydı ve öylesi bir duygunun bu çok kalabalık dünyada nasıl olup da kendine yer bulduğunu anlamaya çalışıyordum.

doğru düzgün soluk alamaz ama kafamız güzel halde geçen dört günün sonunda gitti. "burası bana göre değil," diyerek. bana göre de değildi, ertesi gün bıraktım işi. bir daha görmedim onu. birbirimize göründük ve kaybolduk. bu ülkede bu dileğin karavana olduğunu biliyorum ama yine de umarım istediği hayatı yaşıyordur.

4 yorum:

smyra dedi ki...

belki de çoksonrabirgün, kalabalık caddede yanımızdan geçip gider o kişi.. bu yabancılık ile vitrin mankeninin cansızlığı özdeşir -gibidir.
e.şafak da şunu demişmiş araf'ta :
'belki de konuşmalarını olası ve böylesi zengin kılan tam da bu geçicilikti -trendeki yabancı etkisi- ayrılış anında hiçbir beklenti, hiçbir bağlılık olmayacağını bilmenin rahatlığı'

çok sevgi ..

janus dedi ki...

kesinlikle öyle... sorumluluklardan kaçış penceresi gibi bir şey o, anlatan için. risksiz... sözlerinin etkisini bile göremeden gidiyor çünkü.
karşısındakine söylemekten çok, kendi kendine konuşuyor hatta. şöyle bir toparlıyor, tartıyor.
bugün pazardan dönerken dolmuşta yanımda oturan teyze anlattı uzun uzun. en sonunda inmek üzereyken beni yeni farketmiş gibi dalgınlığından sıyrılıp, döndü gülümsedi, "iyi günler kızım," dedi, indi.
trende olsaydık yanmıştım :)
benden de :)

simon dedi ki...

ikiçeşmelik'teki o dükkan benim de dikkatimi çekti geçenlerde. mankenli her dükkan fazlasıyla ilgimi çekiyor zaten.
bence tinerden kafayı bulup kaptırıyormuşsunuz gülmeye:)
bu yorumda geçen pazar bospa sanırım -çarşamba gecesi yazıldığına göre:)
"trende olsaydık yanmıştım" sözünü anlamadım, ama üzerinden çok geçmiş, hatırlaması zor olur.

janus dedi ki...

tabi tinerdendi :) gece bile kokusu gitmiyordu burnumdan.

yok yok, hatırlaması zor değil. demek istediğim: teyze, kısa dolmuş mesafesinde durmamacasına konuştu; hani trende, uzun yolda olsak yandıydık gibilerinden... :)

Yorum Gönder