29 Nisan 2008 Salı

kısa kısa

- perşembe sabaha karşı türkiye'deyim. bu aralar gideceğim bir süredir belliydi ama tarih kesinleşmemişti. şimdi, yani sondan bir önceki günü yaşarken ne hissettiğimi bilmiyorum. sanki daha erkenmiş, az daha burada kalabilirmişim gibi geliyor. mutluluk ve hüzün, eşit değerdeki artı ve eksi sayılar gibi birbirini sıfırladılar sanırım.

- boris vian'ın kırmızı ot'u bitti. zaman olursa ayrıca yazmak istiyorum, kitap hakkında. şimdilik söyleyeceğim, okunmaması eksiklik.

- türkiye'den gelen bir arkadaşın getirdiği kadından kentler'e başladım. iyi gidiyor. murathan mungan'ın, sanırım son çıkan kitabı. bu adam kadınları çok iyi tanıyor.

- cnbc-e de persepolis gösterilecek. 14 mayıs'ta. kaçıranlar için iyi bir fırsat.

- yendik, iyi de oynadık. aslan cimbom.

- türkiye'deyken yazacağım bloglar, eğer fırsat bulabilirsem, sanırım bir ilkokul çocuğunun günlüğüne benzeyecek: "bugün şuraya gittim, buraları gezdim, şunlar geldi, onları gördüm, ..."

fazla yerleşik bir yaşamdan göçebeliğe geçişin buraya yansıması... ortasını bulabilsek...

27 Nisan 2008 Pazar

pazar keyfi

keyif.jpg

kardeşimle bostanlı pazarına giderken gördük bu kedileri. iyi ki de yanımızda fotoğraf makinesi varmış.

bugün, pazara yakışır bir şekilde evde yayılmışken aklıma geldiler, paylaşayım, dedim.

iyi pazarlar dilerim.

26 Nisan 2008 Cumartesi

amy winehouse?

sarapevi.jpg

bu ara takıntılarla başım dertte.

her zamankinden farklı olarak, çivilenmiş keskinlikte yaşamaya ihtiyaç duyuyorum.

akıl bilir ne istediğini, deyip, işine pek de karışmıyorum.

aslında amy winehouse'dan söz edecektim. uzak yerden girdiğim için çıkışı bulamadım.

hıh, takıntı... evet, amy...

bir aydır, yazarken amy winehouse'dan başkasını dinleyemiyorum. diğerleri dikkatimi istiyor; yok, diyorum, dikkat buraya lazım. sonunda yazı da kalıyor, müziğe de ayıp oluyor.

sesini, dinleyeni özellikle duygulandırmak için kullanan, incecikleştirip içine bir de çocuk vurgusu ekleyen, şarkı söylemeyi güç gösterisine dönüştürenleri sevmiyorum. bunlara genellikle kadın vokalistlerde rastlandığı için dinlediğim kadın şarkıcı sayısı az.

sanki daha kendi kendine ve içinde hissederek söylenmeli şarkı. dinleyiciye yaklaşacak mesafe bırakılmalı. uç noktalara gidersek, şebnem ferah'a karşı tracy chapman diyebilirim örneğin.

yine konuyu dağıttım. topladım geldim.

yani aslında diyeceğim, amy winehouse'un sesini sevmiyorum (müziğini değil ama). bir şeyler dinlemek istediğimde hatırıma gelmez, seçenek olarak. ama nedense yazarken...

yine de, rahatsız edici değilse takıntılarla pek uğraşmamak gerek. di mi winehouse?

25 Nisan 2008 Cuma

fasaltı

lambacini.jpg

marakeş'le vedalaştık, kazablanka'ya doğru yola koyulduk.

tahminen, 21:30 gibi orada olacağız. planımız, daha önce kaldığımız otelde yer varsa, eşyaları odaya bırakıp dışarı fırlamak. ertesi gün gidiyoruz, zaman yitirmemek gerek.

gel gör ki, yolda kaza olmuş. fas trafik polisleri türk trafik polislerinden betermiş. iki saate yakın, yolda öylece bekledikten sonra, 23:30 gibi ancak varabildik otele. iyi ki yer varmış. ve bu kez torpil yapmışlar bize, odanın teras yavrusu bir balkonu var.

fazla oyalanmadan çıktık. atladık taksiye, korniş... kornişte rock bar. bu kez açık. üstelik canlı müzik var.

arasokak.jpg

birer bira söyledik, program henüz başlamamıştı. biraların fiyatı, bir yanlışlık var, diyecek kadar fazla... birbirimize baktık, ikişer bira içsek, bir gece otelde kalmış kadar olacağız. son gün bir de, birkaç dirhem paramız kalmış. müzik beklentimizin altında. türkiye barlarındakinden farkı, bob marley parçalarını bir zencinin söylüyor olması. ortam çok içaçıcı değil. sarhoş bir fransız teyzenin vücut darbelerine gardımızı almaktan yorgun düşmüşüz.

ikişer biradan sonra, bara adını veren armstrong' un louis değil, neil olduğuna karar verip çıktık. açık bir yer ve o açık yerde şarap bulmak için epey dolaştık.

yok, büfelerde içki satılmıyor. ama biz kararlıyız, odadaki balkonda şarap keyfi yapmadan dönmeyeceğiz.

bir petit taksi... gayet zenci ve babacan bir şoför. yaklaştık, bizi içki satılan bir yere götürüp götüremeyeceğini sorduk. gece 2:30 civarı. pek ümidimiz yok. tamam, dedi, makul bir şarap artı yol ücreti söyledi. kabul ettik, bindik, gidiyoruz. yalnız, dedi, bu saatte içki satılan açık bir yer bulamayız, o yüzden sizi blackmarkete götüreceğim. hiç korkmadık.

biraz sonra, kazablanka'nın ara sokaklarına girdik. yine biraz sonra, sokakta bekleyen adamlar belirdi. yanaştık onlara, durduk. blues sesli (tıpkı, bizi, havaalanından otele getireninki gibi) şoförümüz konuştu biriyle. o biri karanlıkta kayboldu. az sonra elinde siyah bir poşetle döndü. aldık, devam ettik.

aklımdan, şarap kelimesini yanlış anlamış olmasın, diye geçirdim bir ara.

duvarların üstüne oturmuş şarap içenlerin yanından geçerek ana caddeye çıktık, otele geldik.

blackmarket.jpg

balkonda çok değerli şarabımızı özenle içerken, fas'la sessizce vedalaştık.

not: ilk iki fotoğraf yine anlattıklarımdan bağımsız. son fotoğrafsa, tam tersi, anlattıklarımın özeti.

24 Nisan 2008 Perşembe

fas 5 (marakeş)

fas3-080.jpg

marakeş'te iki gece, yaklaşık üç gündüz geçireceğiz.

ertesi gün, saraylara gezmeye gidelim, dedik. ilki bahia sarayı... sora sora bulduk. epey kalabalık.

fas3-162.jpg

önce büyük bir bahçeye giriyorsunuz. sarayın giriş kısmı... sonra büyük bir oda, yeniden bahçe, yine oda, yine bahçe... odaların tavanına ve duvarlarına doğuya özgü desenler çizilmiş. biraz inceledik, biraz fotoğraf çektik çıktık.

fas3-198.jpg

tenekeciler çarşısında, yalnızca bira ve şarap verilen bir teras barda dinlenip gün batımını izledikten sonra yeniden düştük yola. hedef, el badi sarayı.

yüksek duvarlar boyunca sıralanmış leyleklerin fotoğraflarını çekerek ilerlerken uzakta bir tabela ilişti gözümüze. meğer, bihaber, yanısıra ilerlediğimiz duvar el badi sarayı değil miymiş?

kapıya yaklaştık. kapının önünde nöbetçiler var. bizim elimizde fotoğraf makinesi... sonradan izlenmeye değer ne varsa çekiyoruz. buna nöbetçiler de dahil.



baktık, nöbetçiler el işaretleriyle bir şey anlatmaya çalışıyorlar. hem ne dediklerini anlamak hem de ziyaret saatlerini öğrenmek için yanlarına gittik. meğer, fotoğraf çekmeyin, diyorlarmış. sorumuzun yanıtını da aldık: "no no, no visit, this is king's house."

fas3-268.jpg

elin turisti ne bilsin, kral orada yaşıyor. kralın misafirperver olmadığına karar vererek uzaklaştık oradan.

yeniden meydana...

karnımız aç. meydanda salyangozcular da var. salyangozun çok lezzetli olduğunu duymuşuz. tezgahın başındakiler de bu duyumu doğrulayacak şekilde iştahla yiyorlar tabağındakileri.

ben daha buradayken karar vermiştim, en azından bir tadına bakacağım, diye.

şartlar tamam, biz salyangozcuya yollandık. salyangoz pişiricisi, suyuyla birlikte koydu salyangoz tasını önümüze. salyangozlar en doğal haliyle bize bakıyor, biz de onlara bakıyoruz. kabukları, antenleri, antenlerinin üzerindeki gözleri öylece duruyor çünkü. birbirimize baktık, baktık, uzun bir bakışmadan sonra hiçbirine dokunmadan tası geri verdik. yenecek bir şey değil gibi...

marakeş' te son günümüz. akşamüstü otobüse binip kazablanka' ya döneceğiz.

fas3-340.jpg

kahvaltıdan sonra meydana gittik. sokakları meydana açılan 'souk'larda dolaşıp alışveriş yaptık. kemeraltı'na benziyor burası. dericiler, boncukçular, kumaşçılar,... beğendiklerimizin kiminde aklımız kaldı.

dar ve dolambaçlı çarşıda epey dolaştıktan sonra yeniden meydana çıktık. son gün...

fas3-087.jpg

hadi, elime geçici dövme yaptırmaya karar verdik. sonra, yılan oynatıcılarının çemberine yanaştık. amacımız fotoğraf çekmek ve yılanları izlemek. yanımıza biri geldi, benim kolumu tuttu, elinde yılan, yılana dokunmam konusunda fena halde ısrarcı. tamam, dedim ben de, yılan çöreklenmesini yakından izledim.

tisss.jpg

yola çıkmadan önce menara bahçesini gezdik bir de. her yer zeytin ağacı... başka bir şey yok.

saat geldi; yeniden kazablanka...

not 1 : donna' ya çok teşekkürler, bu uzadıkça uzayan yazının devamına teşvik ettiği için.

not 2 : fotoğraf boyutları (özellikle elimdeki dövme fotoğrafının boyutu) uyumsuz olmuş, ama orjinal hallerini bozmayayım, dedim; gözünüzden şimdiden özür dilerim.

fas 4 (marakeş)

fas3-031.jpg

marakeş, kazablanka' ya otobüsle 3,5 saat. yolun manzarası çok güzel. her yer yemyeşil.

kazablanka, ispanyolca'da beyaz şehir demekmiş. gerçekten de neredeyse tüm binalar beyaz.

marakeş de, kelime anlamı öyle olmasa da kızıl şehir olarak anılıyor. yolu yarıladıktan sonra kiremit rengi evler görmeye başlıyorsunuz; toprağın rengi bile kızıla dönüyor.

otobüs garaja girdi. caddede bekleyen taksiler var. ama önce bir soluklanmak gerek. karşıda, bizdeki garaj lokantalarına benzer yerlerin birine yerleşip nane çayımızı söyledik, birer sigara yaktık.

nane çayı çok tüketiliyor fas'ta. bizdeki çay gibi, fırsat buldukça, taze nane yapraklarıyla demledikleri çayı, içine bal koyup içiyorlar.

kısa dinlenmeden sonra taksiye atlayıp meydana gittik. cema-ül fena meydanına.

fas'a gitmeyi istememizin önemli bir nedeni de bu meydana duyduğumuz meraktı. (sıkıcı gidiyor biliyorum, az daha sıkın dişinizi)

önce bir otel bulup eşyalarımızı bırakalım, dedik. meydanın çok yakınında güzel ve ucuz bir otel bulduk. yalnız bir gece kalabileceğimizi söylediler, tamam, dedik.

cema-ül fena meydanı futbol sahası büyüklüğünde. eskiden, idamlar burada yapılırmış. ölü canlar meydanı da deniyor bu yüzden. kuruyemişçiler, portakal suyu satıcıları, tezgahta yemek satanlar önemli bir kısmını dolduruyor meydanın. geri kalan yerlerde gördüğünüz, halkalar oluşturmuş insanlar. kimi yılan oynatıcıları izliyor, kimi masal dinliyor, kimi fal baktırıyor, kimi kınayla dövme yaptırıyor.

burası birleşmiş milletlerce korumaya alınmış.

fas-364.jpg

müthiş bir kalabalık. başımızı nereye çevirsek görülmeye değer bir şeyler var.

gösterilere yakından bakmak istediğinizde biri size yanaşıp para istiyor. izlemek isterseniz para verip çembere dahil oluyorsunuz, istemezseniz oradan uzaklaşıyorsunuz.

karnımız acıktı, çok çekici görünen yemekçilerin birine oturduk. oranın ünlü yemeği tajin. kuzu veya tavuk eti toprak kabın içinde çeşitli sebzeler ve baharatlarla pişiriliyor.

fas-349.jpg

afiyet olduktan sonra meydanda bir iki tur daha atıp otele döndük, rüyamızda kimbilir neler gördük.

21 Nisan 2008 Pazartesi

nice yıllara

babam.jpg

20 Nisan 2008 Pazar

eyvah, the sims 3…

willwright.jpg

oynayanlar bilir, simlerin dünyasına bir kez girildi mi geriye dönüş yoktur oradan.

hem siz çıkmak isteseniz de sevgili maxis izin vermez buna. tam, sıkıldım artık, bırakıyorum, demek üzereyken, hop yeni bir eklenti paketi, sizde bir merak, e koşup almamak olmaz, haydi bakalım, yeni baştan saatler saatler...

uyurken.jpgoturduk başına bilgisayarın, garip kelimelerle konuşan simleri doyuracağım diye aç kalır; yalnızlıktan ağlayanları sosyalleştirmeye çalışırken kaç gündür kimseyle görüşmediğimizi unutur; simlere konforlu bir yaşam sunmaya uğraşırken sırtımızı ağrıtır, gözlerimizi acıtır, gerçek dünyadan kopup, eksiklerimizi tamamlamak üzere kendimizi simulasyon hayata bırakırız.

yine maxis'in çıkardığı simcity'den esinlenerek tasarlanmış the sims. will wright tarafından.
piyasaya çıktıktan iki yıl sonra, dünyanın en çok satan oyunu ilan edilmiş.

oyunun çıkış hikayesi de ilginç. beş yılda üç üniversiteye girip hiçbirini bitirmeyen (bitiremeyen değil), işiyle ilgili sorunlar yaşayan, ardından oakland yangınında evini kaybeden will wright, neredeyse her şeyin mümkün olduğu bir dünya yaratıyor. ardından maxis'i kuruyor ve bağımlılık yaratan oyun böylece ortaya çıkıyor.

thesims3.jpg bugün, bon voyage eklentisini ararken, sayısı epey fazla olan fan sitelerinde, the sims 3'ün 2009'da piyasaya çıkacağını okudum. eyvah, dedim, ikiden yeni kurtulmuştuk.

neyse, ben fazla oyalanmayayım; 2009 gelmeden işlerimi bitirmem gerek.

17 Nisan 2008 Perşembe

altı bacaklı böcek

birkaç gündür gevende dinliyorum: o ninna mayenna...

ilk, bir arkadaşımın gönderdiği çelik çomak şarkılarını dinlemiş, sevmiştim grubu. sonra albümlerini dinledim, daha bir sevdim. var olan sevgim '40 gün 40 gece sulukule' etkinlik afişinde isimlerini görmemle katlandı.

...

ben trakyalıyım. çingeni bol memleketten...

oranın halkı, kendiliğinden mi öyle, uzun yıllar birlikte yaşamanın kaynaşma etkisinden mi bilinmez; çok içer, kapı gıcırtısında oynar, altın diş sever.

önceki yaz teyzemin oğlunun düğünü için oradaydım. az buz olmayan içki, neredeyse düğün başlamadan, bir saat içinde bitti, oynamaktan bayılanlar oldu.

gelin almaya giderken, kamyonet kasasında çalanlara, esnaf, kaldırımlarda göbek atarak karşılık verdi.

...

takım elbiseli bir çingene düşünebiliyor musunuz? ya da jilet döpiyesli, eli luis vutton çantalı bir çingene genç kadın?

onlardan öğreneceğimiz çok şey varken, düdük beyinliler, huzurlarını bozuyor, kültürlerini yok etmeye uğraşıyor.

...

bir de uyumsuzlardan biri, tony gatlif, film festivali için türkiye'de.

başka bir de, gevende, çelik çomak şarkısının klibini sulukule'de çekmiş.

16 Nisan 2008 Çarşamba

yazmak

yazimasa.jpg

yazmak hoşuma gidiyor.

yıllar önce şuna inandırdım kendimi: "her zaman yazacak bir şeyler vardır."

iyi yazarım, kötü yazarım; bazen aklıma hiçbir şey gelmez, ben de odadaki eşyayı, sigarayı nasıl içtiğimi, midemin ağrıyıp ağrımadığını, o anda nasıl hissettiğimi, nerede olmak istediğimi anlatırım.

yazmak, her şeyi paylaşmak istediğin, senin onu çok ilgilendirdiğini bildiğin bir dostla konuşmak gibi.

hem çok yakın bir insan, hem yargılanmayacağını, olduğun gibi kabul edileceğini bildiğin, her çıkışında biraz daha büyümüş olacağın bir mekan.

artı, sezgilerinin, düşüncelerinin, yaşantı etkilerinin somutlaştığı, vücut bulduğu bir alan.

yaşamın kendisi, şu hır gür, yeteri kadar gerçek olsaydı, kimse yazmaya ihtiyaç duymazdı sanırım.

15 Nisan 2008 Salı

kedi kedime

kedikolaj.jpg

bugünlerde, yazasımdan çok, çizesim, çekesim var.

kedi fotoğraflarına bakarken, dedim ki, madem kedi sevemiyorum, o zaman kedi çizeyim.

kolaj1.jpg


çizdim, zemine yapıştırdım, ortaya böyle bir şey çıktı. yazıları sonradan photoshopta ekledim. hoşuma gitti ama henüz orjinal üzerine eklemeye cesaret edemedim.

bir de, kolajda, kedi taklidi yapıp oraya gizlenmiş bir tilki ile bir elf var.

gırr lı mırr lı günler dilerim.

12 Nisan 2008 Cumartesi

daha bir sürü şey

oğuz atay'ın 'günlük' ü bitti. içim burkuldu. hastanede yazdıklarıyla bitiyor günlük. ameliyata girişi, doktorlar, odasındakiler, sargılarının çıkarılması,...

yaklaşık bir yıl sonra ölmüş.

dünya barışı için yollara düşen italyan sanatçı giuseppina pasqualino di marineo da öldürülmüş.

of!

11 Nisan 2008 Cuma

günün şarkısı

manu chao dia luna... dia pena

hiç istemeden

biliyorsun, dört bir yandan saldırıyorlar. top tüfekle de değil bu kez. tamam, o geleneksel yöntemleri de kullanıyorlar ama, asıl silahları başka. uzun zamandan beri.

bunları konuşmayı sevmiyorum. çocukluktan beri haberleri izlemekten kaçıyorum. kanal değiştiriyorum, televizyonu kapatıyorum.

bütün politikacılar bir ayağını kaldırıp öyle konuşuyorlarmış gibi geliyor çünkü.

yoksa o kadar kolay yalan söylenmez. söylenmemeli. bu ikiyüzlülüğü taşıyabilmeye insanın yüreği dayanmaz.

yüreklerinin dayanmamasını, kısa zamanda kalp krizinden ölmelerini bekliyorum, olmuyor. ölseler de bir şey değişmeyecek, bunu da biliyorum.

gazete de pek okumuyorum. çünkü okurken, televizyondaki çürümüş sunucuların, haberin biçimine göre tonlandırdıkları seslerini duyuyorum. bir cümle on kez yankılanıyor kafamda, kendimi embesil hissediyorum.

üçüncü sayfa haberlerine ilgi duyuyorum biraz, çünkü cinneti ve çaresizliği görüyorum. kalemini yağ bıçağı gibi kullanan köşe yazarlarından daha gerçek buluyorum bir insanın nefretini.

başbakan, hırsızlığın, gaspın, dolandırıcılığın, bir zamanlar iktidar tarafından pompalanan kolay para kazanma çılgınlığından kaynaklandığını anlatmıyor örneğin.

hatırlarsın, ihracatın hayali olduğu, herkese iki anahtar vadedildiği dönemleri.

çürümenin mayalanmaya oturduğu, şimdi acı ekmeğini yediğimiz dönemleri...

ya da demiyor ki başbakan, kusura bakmayın, devlete ait ve en fazla gelir getiren şirketleri özelleştirdik, işsizliği arttırdık, alım gücünüzü düşürdük.

biz onu yavaş yavaş elden çıkarıyoruz ama, siz birilerini öldürerek vatan sevmeye devam edin.

en çok neye kızıyorum, biliyor musun? iktidarın, karşı çıkış, muhalefet eylemlerini bile yönlendirebilme gücüne.

en popüler kutuplaşma konumuz türban bile, önceden her şey ince ince hesaplanarak ortaya atıldı. "al sana ateşli bir tartışma konusu, sen bununla oyalan, ben de seni gerçekten ilgilendiren yasaları meclisten geçireyim."

"onlar, şeriat gelecek, başörtülü üniversiteye girebilir miymiş, diye bağıradursun, ben ülkenin çalışanlarını bu arada parlatıp görücüye çıkarayım, dış sermayeye."

tesadüf mü sence, aynı günlerde çocuk ve kadın işçilerle ilgili yasalarda değişiklik yapılması?

küçükken, bulutsuzluk özleminin şarkısını dinleyip babama sormuştum; " ITT şili'de nasıl darbe yapmış?" televizyonumuz ITT idi ve benim hiç aklım ermiyordu bir şirket nasıl darbe yapar. babam anlatmıştı, savaşların eskisi gibi yapılmadığını, büyük şirketlerin pazarlarının yetmediğini, her şeyin 'daha fazla'ya bağlı olduğunu, gelişmemiş ülkelerin bu nedenle sömürüldüğünü, şili'deki işçilerin artık burasına geldiğini, o şartlarda çalışmak istemediklerini ve zorbalar tarafından darbeyle susturulmaya çalıştıklarını...

ülkemizde darbenin de şeriatın da geleceğini zannetmiyorum.

her ne kadar darbeyi isteyenler ve şeriat şartlarının hazırlandığını düşünenler varsa da.

darbe gelemez, çünkü, sömürüye muhalif halk yok. başbakanla panikatak genelkurmay, göz kırpışıyorlar şimdi.

şeriat hiç gelemez, amerika'nın eteğine böyle de güzel konuşlanmışken. hem hükümet riski göze alamaz, hem amerika militan islamcılığa izin vermez.

başbakan, adını koymadan rejimin, istediği kadar islamlaştırır ülkeyi. istemediğimiz kadar da köleleştirir.

biz de yanlış kurulmuş alarm gibi, yanlış zamanlarda çalarız.

9 Nisan 2008 Çarşamba

önce si sonra do

- önceleri her kitaptan, her filmden, bazı insanlardan fena etkilenirdim; şimdi içime işleyen çok az şey var.

- önceleri yönetimi sık sık id ele alırdı; şimdi süperegoyla anlaşma içerisindeyiz. bazen idi özlüyorum.

- önceleri ev arkadaşıma temizlik malzemesi alıyor diye fırça atardım; şimdi fırçaları özenle rafa diziyorum, altına deterjanları koyuyorum. (yok o kadar değil)

- önceleri seksenlerin her şeyiyle dalga geçerdim; şimdi seviyor ve özlüyorum o dönemi.

- önceleri bir paket sigara içtim mi "amma çok içmişim," derdim; şimdi iki paketi geçiyor (mu) günlük miktar. artık saymıyorum.

- önceleri kendimle kavga etmek için bahane arardım; şimdi, uzlaşmak için. hangisi daha iyi bilmiyorum.

- önceleri ne kadar çok yersem o kadar iyiydi, kemikler görünmesindi; şimdi yemekler % 50 indirimde.

- önceleri televizyon yoktu hayatımda; şimdi neredeyse tam zamanlı 'freak show' makinesi.

- önceleri, ne bileyim, bir yandan iyi, bir yandan kötüydü; şimdi, başka bir yandan iyi, başka yanlardan kötü.

hayat!

- hı, önceleri favori noktalama işaretim ünlemdi; şimdi ...

fasüç

fas-193-c.jpg

marakeş’e ikinci gün, yani bugün gitmeyi planlıyorduk. kazablanka’dan hoşnut kalınca, daha da gezilecek yerleri olduğundan bir gün erteledik gidişimizi.

sabah, bitişine birkaç dakika kala kahvaltıya indik. fakat o da ne, yalnızca birkaç çeşit ekmek ve portakal suyu. ne peynir, ne zeytin, ne yumurta... tamam, ekmekler çok güzel de katıksız nasıl yiyeceğiz bunları? benim gibi kahvaltıya düşkün biri için büyük eksiklik. fransız usulü kahvaltı...

yine çıktık, kahve içtik güzel bir kafede, gezdik, elimizde harita vardı, harita tüm yolları bilmiyordu, kaybolduk sık sık. ama yetişeceğimiz bir yer yoktu, kaybolmanın keyfini çıkardık. aynı yerlerde dönmeye başlayınca, sorduk aradığımızı, bulduk. akşamüstü yarı yürüye, yarı taksiyle hassan dö camisine gittik.

yanından geçerken çok belli olmuyor ama epey büyükmüş cami. fotoğraf çektik, atlantik okyanusunu izledik, yine fotoğraf çektik, sonunda oralarda bir kafeye yorgunluktan serildik.

bir arkadaşın arkadaşı kazablanka’da yaşıyormuş. türk. ondan iki barın adresini aldık. biri, oranın tek rock barı, diğeri yine tek, caz barı.

rock bara yakın olduğumuzdan oraya gidelim, dedik. uzun aramalar sonucu barı bulduk fakat, kapalıymış o gece.

okyanusun kıyısında, onların korniş dediği kordondayız. nem almış başını gitmiş, her yer ıslak. kordonda rock bardan başka bir sürü bar var amma hiçbiri girilesi gelmedi.

tekrar taksi... şehrin merkezine... hedef: caz bar.

caz bar, kaldığımız otelin yakınında. adresi almıştık, yerini aşağı yukarı biliyoruz. ama bar gitmiş, kayıp... söylenen yerden başlayarak, civarda girip çıkmadığımız sokak kalmadı. çok kişiye sorduk, kimse oranın varlığından haberdar değil. yer yarılıp içine girmedi ya bu bar. muhakkak bulacağız. saat de 23 oluyor. yürümemiz, sürünmeye beş kaldığında daha önce sorduğumuz bir otopark görevlisinin, işin peşini bırakmayıp bir başkasına da sorması ve sorduğu kişinin caz barı bilmesi üzerine, biz erdik muradımıza, umarım onlar da çıkmıştır kerevetlerine.

tarifle hiç ilgisi yokmuş bar mekanının.

fas-297-c.jpg

caz bara yığıldık, pek güzel bir yermiş burası. canlı müzik de var üstelik. oh! ikişer bira içtik, barı da hakkımız olduğu üzere, en son biz terkettik.

yarın gelsin marakeş. ya da biz gidelim.

7 Nisan 2008 Pazartesi

kitaptaki ses

okurken farkediyorum ki her yazarın bir sesi var. hatta bazen o yazarın farklı yazılarının farklı sesleri... bir kitapla uzun süre haşır neşir olmuşsanız, o sesi içinize hapsedebiliyorsunuz. düşünürken bile öyle düşünüyorsunuz.

şikayetçi biriyse yazar, of puf, diye dolaşıyorsunuz bir süre; küfürbazsa, uydurduğunuz küfürlere en başta kendiniz şaşıyorsunuz; pembe pembe anlattıysa her şeyi, polyanna'ya taş çıkarıyorsunuz, düzelince o taşı kime atacağınız size kalmış.

bir yazarı sevip sevmememizin en önemli nedeni de bu sanki. ne seçtiği kelimeler, ne konu... bizimle konuştuğundaki sesi...

5 Nisan 2008 Cumartesi

fas (2)

fas-246.jpg

dışarıda dizi dizi eski model beyaz mersedesler var. biliyoruz ki, onlar taksi. biz orada beklerken geldiler yanımıza; pazarlıksız adım atmamamız gerektiğini de biliyoruz, fakat o durumda bir sıfır yenik başlamışız zaten; söyledikleri fiyatı kabul ettik.

bizi götürecek kişi, son model bir mersedesle geldi, bindik, nereye? yine biliyoruz ki şehirde bir cami var. dünyanın ikinci büyük camisi: hasan 2. fransızca deyişle hassan dö. ona yakın bir yerlere gidelim, diyoruz. anladı ki, biz buralarda yeniyiz. tamam, dedi, sizi şehrin merkezine yakın bir yerde bırakacağım. sonra anlaşıldı ki, bizim kalacak yerimiz de yok. tamam, dedi, onu da hallederiz.

bu arada abi, melez, ve blues sesli bir abi. o konuşsun, biz dinleyelim durumu.

daha takside otel ve fiyatı konusunda anlaşıldı. rahat bir nefes aldıktan sonra bana musallat olan yusuflar da sessizce gitti.

epey yol aldıktan sonra şehre girdik, otelin önüne geldik. blues sesli abi bizi kendi elleriyle resepsiyona teslim etti, bahşişini de istemeyi ihmal etmedi, aldı parasını gitti.

fas’ta arapça, fransızca, biraz ispanyolca, az buçuk da ingilizce konuşuluyor.

resepsiyondakilerle ingilizce olarak anlaştıktan sonra otele yerleştik. aslında yerleştik denilemez, sırt çantalarını bıraktıktan sonra attık kendimizi sokağa.

casa2.jpg

kazablanka hakkında güzel şeyler söylenmiyordu. filmde gördüklerinizi boşuna aramayın, deniyordu şehir için. ki zaten, film, fas’ta değil, amerika’daki stüdyolarda çekilmiş. bunları bildiğimizden beklentimizi düşük tuttuk kazablanka’yla ilgili.

caddeye çıktık, rastgele bir yöne doğru yürümeye başladık. yolun iki tarafında palmiyeler, beyaz binalar, sanki izmir’de hilton’un önündeki caddede yürüyoruz. tipik bir akdeniz kenti burası.

zaten yerinde olan keyfimiz iyice arttı.

parklardan, güzel binaların önünden geçtik. fakat o da ne, bu kez de basmane’ye gelmişiz. binaların giriş katındaki büfeleriyle, gördüğümüz pavyonlarıyla, nargilecileri ve genel olarak havasıyla basmane’ye benziyor bu cadde.

bu arada acıktık. okyanusun kıyısında lokantalar var, biliyoruz; ama okyanusu bulamıyoruz.

biraz daha dolaştıktan sonra taksiye binmeye karar verdik. derdimizi anlatacağız, o da bizi söz konusu lokantalar bölgesine götürecek.

çevirdik taksiyi, gel gör ki taksici pek ingilizce bilmiyor, hafif de sinirli, galiba da kafası güzel.

fas’ta haşhiş kullanımı yaygın imiş. haşhiş, bildiğimiz kubar, haşhaşla ilgisi yok. ilk göz ağrımız, blues sesli taksici, ister misiniz, diye sormuştu da , oh, no no, diye kibarca reddetmiştik.

taksiye binmiş bulunduk. içerisi tiner kokuyor. ben küçük bir tırsım geçirdikten sonra, aman ne yapalım artık, deyip kendimi topladım. taksici, hassan dö ve restoran kelimelerini anlamış olacak ki, hı tamam, deyip bastı gaza. nereye gittiğimiz hakkında en küçük bir fikrimiz yok. nasıl olacak ve olsa ne olacak zaten.

gele gele kuş uçmaz kervan geçmez, üç restoranın yanyana durduğu bir araziye geldik. gelirken okyanusu gördük ama lokantalar onun kıyısında değil. mersi, deyip indik taksiden. lokantaların biri kapalı, birini gözümüz tutmadı. neyse ki bir diğerinde epey müşteri var. n’apalım, girdik. içerisi acayip şık. garsonlar pervane. menüye baktık, gözümüz sağdaki fiyat hanesine kaydı, oh, bütçemizi alt üst edecek bir durum yok ortada.

ayıptır söylemesi, sevdiceğim, ballı portakallı ördek değil ama, balık söyledi. ben sade bir balık ısmarladım. yedik içtik kalktık.

yine taksiyle, otelin çok yakınındaki bir kafe bara gidip fas şarabının tadına bakarak geceyi noktaladık.

casa1.jpg

taksi ile sıkı pazarlık yapılacak. zaman geçtikçe olur fiyatı öğreniyorsun zaten.

her yemeğin başı zeytin. önce zeytin getiriyorlar masaya. bunu henüz öğrenmedik. bilir gibi olduk, ileride pekiştireceğiz.

evet, garsonlar çok güleryüzlü ve kibarlar, bunu da tekrar tekrar deneyimleyeceğiz.

fas, türkiye’ye göre epey ucuz.

dipnot: ne yazık ki hiçbir fotoğrafın anlattığım yerlerle ilgisi yok. fotoğrafların hepsi ertesi gün çekildi.

4 Nisan 2008 Cuma

fas (1)

fas4-004.jpg

ne zamandır yazmak istiyordum bu yazıyı. uzun olacağını öngördüğümden, beceremeyeceğimden korktuğumdan bir türlü geçemedim masa başına. sonunda tuttum kendimi kulağımdan, koydum defteri önüme, aldım elime kalemi, öhöm, başlıyorum.

tatil için prag mı mısır mı diye düşünürken... yok, prag çok soğuk. e mısır o zaman... bakalım bi, araştıralım... araştırırken mısır’ın yanısıra tunus ve fas da sundu kendini alternatif olarak, hadi onlara da göz atalım, derken, birçok açıdan aklımıza yatan, gidilesi gelen ülke fas oldu.

fas4-018.jpg

diğer iki, hatta çoğu afrika ülkesine göre daha güvenli, turiste daha hoşgörülü, çok da önemli değildi ama, daha temizmiş fas.

avrupa etkisinin en yoğun olduğu afrika ülkesi... (tabi afrika’ya gidip yoğun avrupa etkisi aramak, eşyayı tabiatının dışında görmek istemek ama ...)

hele bir de marakeş’le ilgili yazılanları okuyunca, tamam, dedik.

peki, nasıl gidilecek? tur var mıdır, varsa tarihler denk düşecek mi, kaç paradır, vs. çok geçmeden karar verdik. boşver turu, alalım biletlerimizi, atlayalım gidelim. piyangodan afrika macerası çıktı böylece.

günü geldi; kazakistan’dan istanbul’a, bir gece orada kal, ertesi gün, hop, kazablanka...

fas4-005.jpg

istanbul’da kalmasaydık, bir gün içinde üç kıtada birden bulunmuş olacaktık. iki gün içinde üç kıta da fena sayılmaz, deyip avuttuk kendimizi.

onlarca kez uçağa binmişliğim yok. o zamana dek iki kez binmiştim, bu üçüncü. ama sanki çok başka bir havası var bu uçağın. servisler özenli, insanlar güleryüzlü; insanlar farklı... bir de hostes sayısı az uçakta. servisi hostlar yapıyor.

beş saatlik yolculuktan sonra kazablanka’ya indik. günler öncesinden başlayan heyecan, doruk noktasında.

fas, türkiye’den iki saat geride. yolculuk beş saat sürse de 15’te bindiğimiz uçaktan 18’de indik. havaalanı çok modern. bir saate yakın, artık sinyal vermeye başlamış sigara ve kahve ihtiyacımızı gidermek üzere, havaalanındaki bir kafede oturduk. buranın garsonları çok mu kibar, yoksa erken karar vermemek mi gerek?

saati 19 ettik. hava karardı. şehre nasıl gidilecek, nerede kalınacak, henüz bir fikrimiz yok. internetten edindiğimiz birkaç otel bilgisi var ama, çok da güvenemiyoruz onlara.

fas4-002.jpg

önce metroyu deneyelim, dedik. indik metro durağına, in cin top oynuyor. tekrar yukarı... kapıdan çıktık, dışarıdayız artık...

3 Nisan 2008 Perşembe

dışarıda

hava çok güzel. güneş battı ama aydınlık sürüyor. hafif bir rüzgar... rüzgarda salınacak ot ve ağaç yok.

kupkuru manzaraya rağmen, aylardır kalkmayan kardan ve dondurucu soğuktan sonra dışarıda olmak çok güzel.

evin önündeki bankta oturuyorum.

karşı komşu izne gitti, onların köpeğiyle ilgileniyorum yokluklarında.

başka komşu da yok zaten. aslında benim komşuyla pek ilişkim de yok. arada selamlaşıp ayaküstü laflıyoruz o kadar.

bankta oturuyorum, açık havanın tadını çıkarıyorum. köpek, ufacık bir şey, oyunlar icat ediyor; kazıyor, koşuyor, neden yokken heyecanlanıyor, arada paçamı çekiştiriyor. ona top atıyorum, peşinden gidiyor, sonra sıkılıp kendi oyununa dalıyor.

ben bir sigara daha içiyorum. bir yandan temiz havayı içime çekiyorum; güzel oluyor.